Émile Zola Sözleri
2 Nisan’da Fransa’nın Paris şehrinde dünyaya gelen yazardır. Annesi Fransız kökenli iken babası bir İtalyandır. Babası mühendistir ve küçükken onu kaybetmiştir. Hayatını zorluklarla yaşayan biri olmuştur. 1859 da okuduğu Lise Aint-Louis’ten mezun olmuştur. Üniversite eğitimine gitme fırsatını bulamadığı için bir gümrük şirketinde memur oldu. Edebiyat ve sanat çevrelerine girmek için çalışmıştır. Aynı zamanda bir kitap evinde de çalışmıştır. Daha sonrasında gazete yazarlığına başvurmuştur. Bu sayede ilk romanı da yazma fırsatı bulmuştur. Natüralizm ilkelerini açıklayan bir ön sözünü kitabında kullanmıştır. Özel kahramanların olmadığı gerçek yaşamın incittiği doğal insanlara romanında yer vererek ilgi çekti.
“Dünyayı bir günde yıkıp yeni baştan yapamazsınız. Bir günde her şeyi değiştireceklerini söyleyenler ya şarlatan ya da alçaktırlar.”
Cumartesiden beri, birçok aile akşam yemeği yemeden yatağa girmeye başlamıştı. Ve sıkıntılı günlerin başlaması karşısında tek bir yakınma bile işitilmiyor, herkes sakin bir cesaretle alınan karara itaat ediyordu. Hepsinde mutlak bir güven duygusu, dindarca bir iman, inananlara özgü gözü kapalı bir teslimiyet vardı. Mademki onlara adalet çağı vaat edilmişti, evrensel mutluluğa kavuşmak için çile çekmeye hazırlardı. Açlık zihinlerini harekete geçiriyordu, sanrılara kapılan bu yoksul insanların kapalı ufuklarında şimdiye kadar asla bu denli geniş bir gedik açılmamıştı.
Sermaye, sefalet çekecek insan yaratmak zorundaydı, kendi karlarının devamını sağlamak için, ne olursa olsun, ücretli sınıfları döl bereketine sevketmesi lazımdı. Kanun hep daha fazla çocuk yetiştirilmesi istiyordu, ta ki, az ücrete yeteri kadar işçi bulunsun.
– “Mumu söndür, düşüncelerimin rengini görmeye ihtiyacım yok.”
Aman canım, o kadar çalışmanın bir yararı yok. Bunların yaptığı sınav tam bir aptallık! Geçemeyişim, yeterince istememiş olmamdan… Yoksulluğum çalışmadan yaşamamı engellediğine göre, ne yapıp edip bu işin üstesinden geleceğim; oysa insanın yapabileceği tek akıllıca şeydir çalışmamak!
Seçildikten sonra göbeğini şişiren, yoksulları eski pabucundan bile az düşünen ensesi kalınlara oy vermek kimsenin karnını doyurmuyordu.
Çünkü insan kötülük yapmıyorsa, fırsat çıkmadığındandır.
“Öteki, ‘Bunu gazetede mi okudun? diye sordu.
‘Ne gazetesi, gazeteyle kafamı şişirecek değilim. Arkadaşlar söyledi, herkes bilir bunu.”
Hiçbir şey bitmedi, her şeyin başlaması için biraz mutluluk gerek.
Her zaman papaz pilav yemezdi: günün birinde talih yoksullara da gülecekti elbet.
İnsanlık yalanı ve adaletsizliği kılıçla değil, kitapla yenecektir.
İnsan kendi gönlüne yalan söyleyebilir, dolu dolu sevdikten sonra günün birinde sevmez olabilir miydi?
Tıpkı bataklıklar gibisiniz, gören derin sanır, oysa ki kedi düşse boğulmaz. İşin tuhaf tarafı, insanı çileden çıkaran tarafı papaza da inanmaz oluşunuzdur. Madem Allâh yok, sizi engelleyen ne? Cehennem korkusunun sizi engellediği geçmiş zamanlar için diyeceğim yok miskin miskin durdunuz; ama şimdi kıpırdasanıza be! haydi, ayaklanın, yağma edin, taş taş üstünde bırakmayın… Hiç değilse, şimdilik, işin kolayına kaçıp grev yapın be! Cepleriniz dolu, nasıl olsa, sonuca varıncaya dek dayanabilirsiniz. Sadece kişisel ihtiyacınız kadar ekin, pazara mal götürmeyin; bir torba buğday veya patates içkisi bile. Paris açlıktan kavrulur. Ne temizlik be, vay canına!
Ne de olsa berbat insanlar patronlar, utanmak nedir bilmeyen kan emicileri, dünyayı yiyip bitirirlerdi.
Evet, bir kadına ömür boyu sevgi sözü verildiğinde, ertesi gün ilk önüne gelene sarılınmaz…
Edebiyat sadece emekçisinde değil, aynı zamanda tasvir ettiği doğada ve insandadır.
Hey ulu Tanrım! Kadınlar ne kadar bahtsız!
“Halk tabakasının dediğinin bir önemi var mıydı, ayağının altında onları ezebilirken! Önemli olan üstün olmaktı. Hakim güç her şeyi mazur gösterebilirdi.”
Yiğitler içeride yatarken, alçak ve korkaklar elini kolunu sallayıp geziyor bu dünyada!
Sadece tek bir düşünce için yaşamıştım : aşık olmak ve acı çekmek.
insan haklı oldu mu, yüreğine kuvvet geliyor, bileği kolay kolay bükülmüyor, öyle değil mi ha?
Kötülükle yoksulluk birbirini besliyordu.
Korku hüküm sürüyordu her yerde, Tanrı korkusu, insanı daha çocukluğunda eline geçiren pislik ve çirkin bir korku, şeytan korkusu mezara kadar kaybolmuyordu; koyu bir cehalet ve yalan karanlığı. Böylece sadece köleler, efendilerin keyiflerine göre kullanacakları, emeklerini ucuza satacak insanlar yetişiyordu. Çocuklara kör bir inanç, sürekli bir yok olma korkusu veren bu eğitimin amacı yürürlükteki düzeni koruyacak askerler yetiştirmekti.
Patronlar genellikle namussuz heriflerdir, fakat her zaman patronlar vardır, değil mi?
İnsanoğlu umudunu yitirdi mi, yaşamanın da tadı kalmıyordu çünkü.
– “Şehirlerin her yanını ateşe verin, halkların kökünü kazıyın, bu kokuşmuş dünyadan geriye hiçbir şey kalmadığında, daha güzel bir dünya kurulabilir belki.”
Gözleriyle anlaşıyorlar, yavaş yavaş kalpleri arasında bir gönül köprüsü kuruluyordu.
Bu kadar hödük olmasanız, karılarınıza da bizim yanımızdaki kadar nazik davranırdınız; karılarınız da bu kadar ahmak olmasalardı, sizleri yanlarında tutabilmek için bizim sizi tavlamak üzere harcadığımız çabayı harcarlardı…
.çorbaları kaynıyordu ama o da ancak açlıktan ölmemelerini sağlıyordu, borçların yükü altında eziliyor, yedikleri bir lokma ekmeği sanki çalmış gibi muamele görüyorlardı.
Hiç kimse onu dinlemek istemiyordu, daha ortaya çıkar çıkmaz eski hayranlarının kanını beynine sıçratan yıkılmış bir puttu artık.
Yüz verdin mi, astarını da isterler zaten.
Büyükler orada can verdi, şimdi sıra küçüklerde.
“İnsan haklı olduğu zaman, haksız gibi görünmektense ölümü göze almalıydı. ”
“Ah! Kırsala taşındığımızda nasıl toparlanacağımı göreceksin!… Tanrım! Sadece sekiz yıl kaldı.Göz açıp kapayıncaya kadar geçer.”
Gelecekten umut kesilmez, her şeyin yeniden başlayabilmesi için azıcık talih yeter!
On kararlı adam gereğinde bir orduya bedeldi.
Acının ve terk edilmişliğin içinde, bir insan yanındaki acı çeken ve terk edilmiş bir kadının acısına dokunmadan yaşayamaz.
Özgür oldukları söylenerek işçiler bir kenara atılmıştı, evet, onlara açlıktan ölme özgürlüğü tanınmıştı, onlar da bu özgürlüğü doyasıya yaşıyorlardı.
Seçildikten sonra yoksulları eski çizmeleri kadar bile önemsemeyen ve ceplerini doldurup keyiflerine bakan alçaklara oy vermek karın doyurmuyordu.
..insanoğlu yeryüzünde hak ve adaleti gerçekleştiremeyecekse, toptan yok olsun çok daha iyiydi!
Silahların, korkakların ellerinde kendiliğinden patladığı zamanlar vardır ve yönleri hiç belli olmaz.
” Ne yiyecek ekmek bulabiliiyorlar, ne de hepten kurtulabilmek üzere geberip gidiyorlardı, sağdan soldan buldukları yiyecek kırıntıları bu zavallı insanlara kötülük ediyor, çekilmez yaşamlarını uzatıyordu. ”
İnsana kötü şeyler söylemeye can atan sivri diller, her zaman bulunur.
Gerçek toprağın altına kapatıldığı zaman, orada öyle bir toplanır öyle bir patlama gücü kazanır ki, patladığı gün her şeyi kendisiyle birlikte havaya uçurur. İleride, yıkımların en gümbürtülüsünün hazırlanıp hazırlanmadığını göreceğiz.
Yaşamın kederli geçen günleri arasına, seyrek de olsa bazen, neşeli günler serpiştirilmiştir. Birbirini sevmeyen, hatta birbirlerinden nefret eden insanlar, böyle günlerde birbirlerine yakın görünürler.
O tüm dünya önünde yanlışı zorla benimsetmek gibi düşüncesizce bir komplo tezgâhlarken, kendisini özgür ve dürüst ulusların başında yiğit bir ordu olarak görmek isteyenleri Fransa’yı bulandırmakla suçlamış olmak da bir suç.
İnsan her yaşta ölür.
“..Bir saat için de olsa,
içinde yaşadıkları şu üzücü gerçeği unutmak öyle tatlıydı ki..”
“Hiçbir şey bitmiş değil, her şeyin yeniden başlaması için birazcık mutluluk yeter.”
Karınlarını açlıktan ölecek yavrularla doldurdukça bu yoksulluğun sonu gelmeyecekti. Oysa felaketin yaklaştığını fark edip, rahimlerini tıkamaları, bacaklarını sıkıca kapamaları gerekmez miydi?
Babam bir çıkar sağlayamayacağı durumlarda kendini ateşe atmaz. Bir koyup beş almak ister o.
Zola, yeni cumhurbaşkanına “Suçluyorum” başlığı altında bir açık mektup yazar: “Gerçeği gömmeniz boşuna, toprağın altında yol alıyor; bir gün, her yandan fışkıracak, öç bitkileri olarak açılacaktır,” diye seslenir.
“Acı insan ruhunu karatmaz, yeter ki gözlerimizin önü kararmasın, yeter ki acı bizleri kötü insanlar haline getirmesin.
Ama maden işçisi cahil değildi artık, kendisini yerin altında bir hayvan gibi ezdirmeyecekti.
Maden ocaklarının derinliklerinde bir ordu, bir yurttaşlar ordusu yetişiyordu; filizlenmekte olan tohum günün birinde toprağı delip gün ışığına çıkacaktı.
Kentleri ateşe verin, insanları kırıp geçirin, her şeyi kökünden kazıyın, bu çürümüş dünyadan hiçbir şey kalmadığı zaman yerine daha iyisi biter belki.
Neden insanların bir bölüğü yoksul, bir bölüğü aşırı zengindi? Neden birinciler ikincilerin çizmesi altında eziliyor, bir gün onların yerine geçebilme umudu beslemeden ha bire acı çekiyordu?
Ümit gidince, yaşamak zevki de gider.
… sen haklıydın, bu dünyada sevinçten, iyi yüreklilikten daha önemli bir şey yok.
Yalnız kaldıkları zaman acıdan bağırıyorlar,başkalarının yanında sükunetle gülümsüyorlardı.
“İyi insanlar birbirinin halinden anlarlar…”
Yalnızlığın kendisine iyi gelmediğini söylemişti.
İnsan, herkesin yaşadığı hayatın dışına çıkınca zararını görürdü.
İnsan tek başına güçlü ve yürekli olabilirdi ama açlıktan kırılan bir topluluk güçsüzdü.
Zavallı anne sevgili evladının anısını yüreğinin derinliğinde saklayanın yalnız kendisi olduğunu anladı. Ağladı.
Bunlar aslında, ne yapacağını bilememenin doğurduğu öfke çığlıklarıydı. Kuşkucu ve alçak gönüllü davranmasına izin vermeyecek kadar uzun süre hekimlik yapmış olsa da, genellikle tıbbı öyle bir kalemde silip atmayı göze alamazdı. Yatağın dibinde oturup saatlerce hastayı gözlüyordu. Ve sonunda eli kolu bağlı, yeni bir reçete bile yazmadan çıkıp gidiyor, üzerine bir çizik daha çektiği zaman ölüme ya da yaşama götürecek yangıların gelişmesini izlemekle yetiniyordu.
İnsan hakkını dört bir yanı yakıp yıkmadan da isteyebilirdi.
Dünyada biricik acı, sevildiğini sanmamaktır…
Yıkım işte böyle göz açıp kapayıncaya dek insanın tepesine çöküveriyordu.
” İnsan; dünyanın en geç olgunlaşan meyvesidir. !!! ”
Nefret etmen gerektiğinde aşık oldun, gaddar olman gerektiğinde yumuşak oldun; yalnızca zevkini ve çıkarını düşünmen gerektiğinde sen vicdanını ve kalbini dinledin. ve işte senin kötü bir şöhret sahibi olmana da bunlar neden oldu.
Hey ulu Tanrım; artık sevilmemek, sevdiği tarafından sırtından bıçaklanmak, küçümsenmiş, ayağa kalkmış bir insan olarak tek başına kalmak!
İnsan, sokakta çok hüzünleniyordu; bir belediye çavuşunu kapı dışarı atmayacak kadar çok çamur vardı.
Hey ulu Tanrım, yoksulların varlıklılar için birbirlerini öldürmesi ne iğrenç şeydi!
Dar görüşlü toplumun kanunları şu şekildedir : bir kez kendini unutan perişan kadınlar ayaklar altında ezilmeli, parçalara ayrılmalı ve bu parçalar o kadar saçılmış olmalı ki son anda kendilerini toparlayamasınlar.
“İnsanın alışamayacağı hiçbir şey yok. Alışıyoruz, ama çok şey kaybediyoruz. Kendimiz kendimizi böyle tüketiyoruz.”
Şiddet hiçbir zaman iyi sonuç vermemiştir arkadaşlar, dünyayı bir günde yıkıp yeni baştan yapamazsınız. Bir günde her şeyi değiştireceklerini söyleyenler ya şarlatan ya da alçaktırlar!
Ben serinkanlılığı severim, anlaşabilmenin en iyi yolu serinkanlı olmaktır çünkü..
Din savaşlarına dönmek, dinsel zulümleri yeniden başlatmak,soyların birbirini yok etmesini istemek ,bu özgürlük çağında öylesine saçma ki ,böyle bir girişim bana özellikle yargısız budalalılık olarak görünüyor. Bu girişim, sisli bir beynin, dengesiz bir inananın uzun uzun kendini tanıtamayan ve çirkin de olsa bir iş yapmak isteyen yazarların kendini gösterme merakının ürününden başka bir şey olamaz.
Ölümün karşısında tüm küslükler biter.
Herkes gücü kendi tarafına çektiğinde, işler kesinlikle kötü giderdi. Örneğin, dünyayı yenileştirmesi gereken şu ünlü Enternasyonal, kuvvetli ordusu bölünmeye uğrayıp iç kavgalarla darmadağın olduktan sonra güçsüz kalmaktaydı. Darwin yoksa haklı mıydı, dünya, türünün olgunluğu ve devamı adına , kuvvetlilerin zayıfları yediği bir çatışma alanı mıydı sadece?
” Borçlar ve suçlar altında ezilmiş kişiler suçsuz ilan ediliyor; buna karşılık, onurun ta kendisi, yaşamı lekesiz bir adam cezalandırılıyor.
Bir toplum bu noktaya geldiği zaman, artık çürüme başlamış demektir. ”
Yünlüler insanı sıcak tutuyor ama açlığa faydası yok ki!
Saccard öç alma yerine imzalı kağıdı alma yolunu tercih ediyor, alıp gidiyordu. Ve sonra da Renee, baba oğul omuz omuza karanlığa doğru dalmışlardı : ne halının üzerinde bir kan lekesi, ne bir feryat, ne bir yaralı iniltisi. Alçak adamlardı bunlar.
İnsan bir şeye sahip olunca, onun uçup gittiğini görmek istemezdi.
Ama artık yerin altındaki madenciler uyanıyor, gerçek birer tohum gibi toprakta yeşeriyorlardı; bir sabah tarlaların ortasında bitiverdikleri görülecekti.
“Aslında bir ömür boyunca bir saattir tattığı mutluluğu ona verememiş olan bu akla acıyordu şimdi.”
Belki de Chaval haklıydı,
mutlu kadın yoktu yeryüzünde.”
Akıntıya kürek çekmeye çalışıyor, kaderle oyun oynamaya çalışıyordu.
Gerçek yürüyor, onu hiçbir şey durduramayacaktır
Kısa kesiyorum çünkü burada söz konusu olan, yakıcı sayfaları günün birinde uzun uzun yazılacak tarihin özeti yalnızca.
Kadınların çenesi durmadığı için, her gün bir sürü kavga çıkıyordu.
“Yalnızlık iyidir, insan kafasını dinler.”
İçinde bulundukları yüzyıl sona ermeden yeni bir devrim, hem de bu kez işçi devrimi olacak, toplum temelinden sarsılıp yıkılacak, sonra onun yerine daha temiz, daha adil bir toplum kurulacaktı.
Demek ki günün birinde insanlar birbirlerinden ayrılıyorlardı, her biri bir tarafa gidiyordu. Artık birbirlerini görmüyorlar, birbirlerini sevmiyorlardı.
Yakında her şey değişecekti, çünkü işçi artık düşünmeye başlamıştı.
“Eğer HIRSIZLARLA cellatların hesabını görmezsek, yarın çocuklarımız da aynı acıyı çekecek.”
Ancak, tüm baskılara tüm aldatmacalara tüm saptırmalara karşın, dürüst insanlar tükenmez.
Ey adalet, ne korkunç bir umutsuzlukla sıkılıyor insanın yüreği!
Hangi budala söylüyordu mutluluğun yeryüzündeki zenginliklerin eşit oranda paylaştırılmasına bağlı olduğunu!
İnsanoğlunun ne iki gençliğe ne de iki aşka sahip olmadığını anlayamadın mı ?
Ancak en şiddetli başkaldırı anlarında bile yüreğinin iyiliği ile tutkusu arasındaki çatışma, alttan alta amansızca sürüp gidiyordu. o güne dek tanımadığı yumuşak bir ses, yoksullara dağıttığı paranın verdiği sevinçten, kendini başkalarına adamanın tattırdığı mutluluktan söz etmeyi sürdürüyordu içinde. bu sesi susturmak istiyordu: özveriyi böyle korkaklığa dek vardırmak salaklıktı. ama ne kadar dirense de ona kulak veriyor ve karşısında gittikçe zayıf düşüyordu. sonunda kendi sesini tanıyor, aklını başına topluyordu: sevdiği varlıklar mutlu olacaksa ne önemi vardı acısının? henüz bütünüyle yenilmemiş de olsa, bitkin düşmüş, hasta denizin karanlıkların içinden yükselen sesini dinliyor, daha kısık sesle hıçkırıyordu.