Tomris Uyar Sözleri

Tomris Uyar Sözleri

Hepimizin son zamanlarda duyduğu isimlerden biri daha. Bir kadın 3 adam ve bir çok şiir bu şekilde hayat buldu. Tomris Uyar şiir yazılacak kadın olma şansını yakalayarak damgasını vurdu edebiyat tarihine. Tomris Uyar sözleri de aşka adanmıştır. Aynı zamanda Tomris Uyar mektupları da oldukça güzeldir. Cemal Süreya dan sonra soyadının uyar olarak kalması da biraz iç acıtıyor sanki. Tomris Uyar Şiirleri ve ona yazılan şiirler son zamanlarda sıkça adından söz edildiği için merak konusu olmuştur. Tomris Uyar kitapları da vardır fakat bir yangında bir iki tanesi kaybetmiştir. Okuduğumuz kadarı ile eğlenceli hoş bir bayan ve iyi gözlemleri var. Aynı zamanda Tomris Uyar çevirilerine dikkatinizi çekmek isterim. Annesi çevirmenlik yapıyordu ve babası da edebiyata ilgiliydi. Doğal olarak bu durum onunda yaşantısını etkiledi ve bu yolda yürüdü. Papirüs dergisinin kurucularından biri olarak karşılar sizi. Tomris Uyar resimli yazılar ve Tomris Uyar facebook kapak fotoğrafları aşağıda bulunan galeride yer almaktadır. Sizde sevdiklerinizle bu yazıları paylaşarak şiir yazılan bir kadının naif yanlarını gösterebilirsiniz.

Aşık olmak ya da bir yakınını yitirmek. Biri mutluluğa, biri yasa bağlı olsa da her iki durumun kaynağında garip bir benzerlik var: yaşam karşısında bocalama.

Sen uyuyordun, bilemezsin. Kaç sigara içiyorum üst üste, kaç eski gazete okuyorum ilânlarına kadar. Her sabah kaç bin güçlükle alışıyorum önümdeki güne, getireceklerine.

Yüreğim çarpıyor yine. Kokuyu, geceyi, suyu, evin bitimini, anılarımı, bir bir korumak istercesine elimle yüreğimi bastırıyorum, yatıştırıyorum. Yaş: 47. Biraz güçsüz, biraz kırık dökük en güzel yaşım. Darala darala iki odaya inmiş, biraz kullanışsız en güzel evim. Hep evde oturdum ve bekledim. Arkadaki küçük koruda göz alabildiğince yeşil ağaçlar ve ateş böcekleri parlar. Hepsini, ne varsa, sımsıkı kapalı bir kutuya doldurmak, bir ufak delik açmak ve kalan yıllarımı bu usul parıltıyla geçirmek isterdim. Ellerimle yüreğimi bastırıyorum. Sevecen, 47 yaşlı yüreğimi…

Bir şey söyle. Sözü aşsın öze değsin… Bir şey söyle, yanındayım mesela.

“Yaşlandıkça kusurlar azalıyor hanım kızım, daha doğrusu biz öyle düşünüp avunuyoruz, gençlerin hoşgörüsüne sığınıp. Bak sen geleli yarım saati geçti, davranıp bir kahve pişiremedim; çene yarıştırdım. Gerekli mi kahve diyorsun? Değil belki ama öğretilmiş bir kere alışmışız. Günlerin tam içinde yaşayamayınca, olanlara akıl erdiremeyince, bunlarla oyalanıyoruz işte, kahve pişirmek, çay demlemek…”

Diyorum ki kişinin doğum tarihi pek önemli değil aslında, dünyaya gözlerini açmak daha önemli.

“Sevginin yalnızca bir duygu olmadığını, bilgi de gerektirdiğini kendimden biliyorum. Sevgi savurganlığım yüzünden habire su vererek çürüttüğüm kaktüsler hâlâ aklımda. Bir dostum ‘iyi ki akvaryumda balık beslemiyorsun’ demişti, ‘her halde havasız kalmalarına üzülür sudan çıkarırdın onları.’ ”

Orada, iskelede yüzümü güneşe kaldırıp öylece oturdum. İyi geldi. Savsakladıklarım, ertelediklerim, eksik bıraktıklarım yüzeye vurdu; hepsini bir an önce tamamlamaya karar verdim. Kalktım, seni aradım.

Karşınızdakilerin söylediklerinizi unutmamalarını istiyorsanız sözcükleri insan psikolojisini gözeterek sıralamalısınız. Asker ya da sivil, genel olarak insan.

İstemeye hakkım var mı bilmem ama seni yürekten ilgilendiren şeyleri, başkalarına anlatmaktan kaçınacağın şeyleri duymak isterdim.
Anlat bana..

Ben güzel şeyler duymak istiyorum demedim ki, sesini duymak istiyorum o kadar.

Unutma, dedi İhtiyar demir kapıyı açarken, Düşlerini kimseye emanet etmeyeceksin, kaptırmayacaksın!

Yüreğimde kesik bir güvercin kanat çırpıyor.

Biri geliyor, hayatımıza bir makas atıyor; o yaşadığımız bölüm, bütünün dışına düşüyor

Eşiniz dostunuz çok,biliyorum,ama aslında siz de benim gibi yalnızsınız değil mi?’

Ben güzel şeyler duymak istiyorum demedim ki, sesini duymak istiyorum o kadar.

Kimsenin renkleri gördüğü yoktu.

‘Bazen sessiz kalmak,
Kırıldığını göstermenin en iyi yoludur..

Uykunuz kaçtı mı kültürünüz artıyor.

Beni kendime ördüğüm kozanın dışına çıkarmaya çalışıyordun, farkındaydım. Senin çabanın işe yaradığı kuşkusuz da benimkinden o kadar emin değilim. Belki bazı kişilikler, kozadan çıkmak istemiyorlardır; o, ölüm kozası bile olsa. Kimin hakkı vardı kişiyi kozasından çıkartmaya?

Yaşamak, gitmek demek onun için. Yeryüzü, iki deniz arasında bir nokta demek, iki kent arasında bir istasyon.

Sen çay seversin, diyorum. İki şeker, değil mi?
– Nasıl hatırlıyorsun? diye şaşırıyor. Pes doğrusu!
Hatırlamak değil, diyorum, başka bir şey. Unutmamak belki, diye ekliyorum usulca. Boş yere.

Bir şeylerden kurtuluyorum galiba. Kabuklardan. Alışkanlıklarımdan. Bu tümceyi alışkanlıkla söyledim, hiç düşünmeden. Temiz, söylenmemiş ne kaldı ki geriye? Yeni?

“Beyoğlu adı, Kanuni zamanında, İstanbul’da doğmuş ve padişah ve sadrazam İbrahim Paşa’nın çok yakın bir dostu olarak siyasi işlere karışmış bulunan Aloisio Gritti’ye izafeten verilmiştir. Venedik doju Andrea Gritti’nin (1454-1538) oğlu olan Gritti’ye Türkler “Beyoğlu” derlerdi. Andrea Gritti, İstanbul’da Venedik sefiri bulunduğu sırada bir Rum kadınıyla evlenmiş ve bu izdivaçtan Aloisio dünyaya gelmiştir. Gritti’nin Beyoğlu’nda (bugünkü tarih1952) Taksim Belediye Bahçesinin yakınında tepe üzerinde mükellef bir köşkü bulunduğundan dolayı, köşkün bulunduğu yerden Galatasaray’a kadar olan sahaya Beyoğlu adı verilmiştir.”

Bu çocukluğun var ya, hiç yitirme onu, bazıları yitirmezler. Sen öyle bir çocuğa benziyorsun. Korun.

E“vine bağlı, evinde olmayı seven bir adam. ‘
Akşamları biraz geç gel yahu bir erkek hiç dolaşmaz mı’ dedim,ertesi gün altıyı çeyrek geçe geldi.
Sonraki gün altı buçuk… normalde altıda gelirdi.
Bir gün toz aldım,bezi silkelemek için pencereden eğildim ki kapının önünde oturmuş saatin dolmasını bekliyor…

Konuştukça, söyleyemediklerimiz birikiyor.

Asıl terk edilenin, terk eden olduğunu anlamıyor ki kimsecikler. Terk eder görünen, neşteri ortak yaraya batırabilendir; çünkü bu güç iş ona bırakılmıştır. Yitirdiklerini, yitireceklerini, çekeceği acıları bilse de gerekeni yapmak zorundadır, daha azla uzlaşmacı değildir.

Kırıklar zamanında onarılmadı mı büsbütün kırılıyor, durmadan kırılıyor.

Birbirimizden ne beklediğimizi bilirdik, buydu önemli olan, yeterdi. Dürtüklenmeyen, kendine dayalı bir şey. Saatlerce konuşmazdık da oda dolu kalırdı.

Üsteleme. Yolumuz ayrı çünkü. Anlayamazsın.

Roman yazmaktan kaçmam da buna bağlı belki. İlk romanın genellikle özgeçmişe dönük bir ürün olduğuna inanılır. Oysa özgeçmiş, yazarın bugününü, yarınını yönlendiren kısacık bir başlangıç noktası değil midir yalnızca ? Uzarsa kimi ilgilendirir ? Kendimizi temize çıkarmak ya da hırpalayıp ezmek adına, genel akış içinde seçtiğimiz bir noktada durdurabilir miyiz yaşamı, dondurabilir miyiz ? İlk roman yazılmadan ikincinin yazılmaması da doğal. Ver elini öykü öyleyse, dinmeyen devingenlik…

Yani yoksulluk anlatılmaz be ablam. Yoksulluk yaşanır anca.

“Evet iyi bildin. Hep kapalı yere veririm sırtımı otururken. Tezgaha, varsa. Çünkü çok tattık arkadan gelen serseri kurşunları, çok gördük sarhoşluk numarasına vurup bıçağı geçiriverenleri insanın ciğerine.”

Biri geliyor, hayatımıza bir makas atıyor; o yaşadığımız bölüm, bütünün dışına düşüyor.

“Kafka’yı çok mu seversiniz?” dedi Genç Adam.
“Çok. Belli aralarla döner döner okurum.”
“Bana çok karanlık gelmişti işte okuduğumda. Belki de daha yalın, daha gerçekçi, aydınlık bir edebiyata ilgi duyduğumdan.”
“Sizin yaşınızdayken bana da öyle gelmişti. Ama sonraları, zamanla, karanlık ya da kapalı yanı pek kalmıyor. Gündelik gerçeğin düşünülemeyecek kadar korkunç olabileceğini kavrıyorsunuz.”

Sevilmemeyi rahatça kaldırabiliyorsun da sevilmek zor geliyor sana, sen de bunu anlamıyorsun.

“Çanakkale’nin hırçın suyu, Ege’nin göz kamaştıran tuzu, Karadeniz’in yüzeydeki soğuğu, diplerde sarmalayan ılıklığı… hiçbiri önemli değildir. Çünkü tek ‘deniz’ vardır senin sözlüğünde: denizcileri besleyen doğurgan, anaç deniz, gerisi ayrıntıdır.”

İstemeye hakkım var mı bilmem ama seni yürekten ilgilendiren şeyleri, başkalarına anlatmaktan kaçınacağın şeyleri duymak isterdim. Anlat bana.

Rüzgar var. Genç kadının oyuk yakalı ipekli giysisinin kıvrımlarından, dalgalanışından belli. Genç ömrünün vargücüyle sol koluna abandığından -“nedense” demeyeceğiz, çünkü nedenlerini öğreneceğiz nasılsa- sağ omzundaki vatka geriye kaymış. O öğleden iki yıl sonra, günlük yaşamla ilişkisini bütün bütüne kesmiş olmasaydı, bugün sağ olsaydı, en çok bu sevimsiz ayrıntıya içerlerdi, içlenirdi. Ama vatkanın kayması, kendi eliyle düzeltemeyeceği bir pürüz, bir yanlışlık artık, fotoğrafta sürüyor.

Bir yıpranmışlık çökmüştü üstüne. Yoksa eskiden de böyleydi de ben hep uzaktan izlediğimden mi farkına varmamıştım?

Konuşmak da tehlikelidir. İçte biriken sözcükleri boşaltmak. Hele konuşmayı bir kere unutmuşsan.

Son aylarda -ya da yıllarda- sürekli bir bezginlik içindeydik. Hiçbir şey eskisi gibi olamayacakmış gibi, düzelmeyecekmiş gibi, önceleri katlandığımız, sonraları boyun eğdiğimiz şu bezginlik bile aynı kalmayacakmış gibi. Konuşmalarımız da umutsuzluk üstüneydi hep. Arasıra bir çıkış yapıyorduk belki ama onun parlaklığı da kapkara gökte bir iz bırakmıyordu tabii. Sürüncemedeydik.

Yaşadığım ülkede ferahlatıcı yazılar yazılabileceğine inanmıyorum.

Kadınların konuşmalarında bu özellik çok ilgimi çeker. O anlaşılmaz geçişler, bağlantısız sanılan, yaşamın özüne birdenbire inen saptanmalar. Bence kadınları en ağır koşullarda bile dayanıklı kılan bu konuşma biçimidir, yere sağlam basan bu dildir.

Yahu, iç sigaranı. Benim kadar çok içmek de iyi değil tabii. Ama başka keyif maddesi kalmadı hayatımda. İçki de içemiyorum artık. Belki bir yere kadar az içebilirim, ama öyle yapacağıma, hiç içmem daha iyi. Her şeyim öyledir. İçkiyi içtim mi çok içerdim. Sevgim de öyledir.

”Çocuğun yüzünde sağır-dilsizlere özgü o uysal,anlamsız iyilik.Ağzı yarı aralık.Anlamlı bir sözcüğü söktüğü ilk günden bu yana kimseye soru sormasına izin verilmediği,hiçbir soruyla karşılaşmadığı için olağan sayılabilir suskunluğu.”

– Şuramda bir şey sancıyor, dedi.
– Yalnızlık, dedim.

Yine de bilmek başkaydı, iliklerinde duymak başka.

Bana göre yapılmamış benim için düzenlenmemiş bir dünyada yaşıyorum, doğru…

Duvar saati bozuldu. Başka saat de yok evde. Saat kullanmaya bir türlü alışamadım. Fakültedeyken de başkalarına sorardım hep. Senin deyişinle, zamanın geçmesinin sorumluluğunu onlara yüklerdim.

”Ölmeyecek kadar yaralıyım.”

Beni kendime ördüğüm kozanın dışına çıkarmaya çalışıyordun, farkındaydım. Belki bazı kişilikler, kozadan çıkmak istemiyorlardır; o, ölüm kozası bile olsa.

Düşlerini kimseye emanet etmeyeceksin, kaptırmayacaksın. Sabaha çok var daha…

Değil mi ki kimse, yaşamın “inceliklerden örülmüş bir ağ” olduğuna inanmıyordu!

Sponsor Reklam
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ