İnci Aral Sözleri

İnci Aral Sözleri

1944 yılında Denizli’ de doğan yazardır. İlköğrenim burada geçiren yazar, Gazi Eğitim Enstitüsü’nde Resim-İş Bölümü bitirmiştir. Daha sonra Samsun, İzmir ve Manisa gibi farklı şehirlerde öğretmenlik yaparak hayatını kazanmıştır. Yazmaya ise 1977 yılından itibaren başlamıştır. Önce dergilerde kısa öyküleri paylaşılmıştır. Daha sonra ilk öykü kitabı olan “Ağda Zamanı” kitabı yayımlanmış aynı zamanda kitabı ödül almıştır. Daha sonra ise Kahraman Maraş’ta yer alan toplumsal  olayları “Kıran Resimleri” kitabında anlatmıştır. Bu kitapla beraber Nevzat Üstün’ün Öykü Ödülü’nü kazanmıştır. Aynı zamanda kitap 1989 yılında Fransızca çevrilip yayımlanmıştır.  Roman ve öykülerinde yoğun olarak kadın ve erkek ilişkisini esas almış, kadının kimliği ve bağlılık sorunu kitaplarında irdelemiştir. Yazdığı bir çok öykü ve kitap ile kendine has bir okur kitlesi kazanarak adını Edebiyatçılar arasında yazdırmıştır.

Zaman ağır aksak geçiyor. Bomboş ve anlamsız. Gene o yabanıllık duygusu yapışıyor yakama. O baş edilmez umutsuzluk ve kaçış isteği. İçimden kuşlar göçüyor.

Dışarıda koskoca bir dünya vardı, yürüdüm, kendimi aradım içinde. Yoktum.

Yani bir sabah içinde bir yoksunlukla, unuttuğunu sandığın ama yalnızca uykuya bırakmış olduğunu fark ettiğin bir yığın özlemle uyanıyorsun.

İnsan yanlış yerden hayata başlamışsa, neyi tutsa elinde kalıyordu.

Onun kocaman koyu kahverengi gözlerine bakarken, o gözlere ne çok şey sığdırmış olduğuna şaşardım. Büyük hayaller, sevgi, dostluk, vefa.

“Güzelliklerinden başka yatırımları olmayan kadınları düşünüyorum. Özellikle onlar için bu dönemin ne kadar dayanılmaz olabileceğini. Dış görünümünden başka hiçbir şeyleri olmadığını ve bu parlak kabuğun kuruyup dökülmekte olduğunu fark ettiklerinde hayatları nasıl da acıklı ve zor hale gelecek.”

Onu sevmek sonu belirsiz bir serüvendi.

Herkes ağlayacak bir göğüs istiyordu ama kimse o göğüs olmayı göze alamıyordu.

Zorluk, kendimde asla değiştiremediğim aşılmaz şeylerin farkında olmam ve kadın ya da erkek, başkalarına tam olarak nasıl göründüğümü bilemeyişim. Herkes baktığı insanı kendi ölçülerine göre tanımlar çünkü ve insan kendini başkalarının gözleriyle göremez.

Zaman, içinde yaşadığımız bir akarsudur; bizi alıp ya ileriye doğru götürür ya da boğup öldürür.

“Konuşmaktan kaçınıyoruz. Aramızda söylenmeden bilinen sözcüklerle kurulmuş bir köprü var ve konuşursak belki dağılırız.”

Nasıl oluyor da insan, yaşamına onca güzellik katmış birini günün birinde bu kadar anlamsız bulabiliyor?

Ama iyiyim, mutluluk denen şeyi abartmaktan vazgeçtim. Sonuçta insan kalbi küçücük ve içine pek az şey sığıyor.

Önem bakılan şeyde değil, nasıl baktığınızdadır.

Cesur ve kırılgan biri için yalnızlık kendine sadakatin bir başka biçimi ve biraz hüzünlü de olsa daha dayanıklı bir şeydi.

Benim için ait olmak, katkıda bulunmak ve paylaşmak önemli. Oysa sen ucu kırık bir kalem gibisin. Seninle yazamam.

Başka bir dünya hayal edip de yenilgiye uğramak insana kendini aciz ve kötü hissettiriyor. Kimi bunu kabullenip uzlaşıyor kimi de sürekli bir haksızlığa isyan duygusu içinde oluyor.

Onur denen şeyin modası geçti. Hak hukuk yerlerde sürünüyor, doktor hastadan, avukat polisten dayak yiyor, oyuncu sansürle, gazeteci tehditlerle boğuşuyor, ticaret yapanın başı dertten kurtulmuyor. Ne olursan ol, boyun eğip birilerinin adamı olmadıkça köpek gibi çalışsan da şansın yok. Seni özgür ruhlu yetiştirdim, kimsenin kapı kulu olmayasın istedim. Hep bunun için çabaladım.

Dünyayı ne biçimde algılarsa algılasın hayal kırıklığına uğramayan bir kuşak olmadı bu topraklarda.

 

Kendi toprağında ölmek, boş söz değildi.

Hazıra alisanin sorumluluk duygusu, kendine güveni gelismiyordu. Geleceği gösteren işaretleri görmeyi, geleceği hayal edebilmeyi engelliyordu baba parası.

“Evler, dükkanlar, camlar, tahtalar onarılırdı elbet. Peki ya insanlar? Ya onların yaraları, yıkıntıları, yangınları? Ya gidip de dönmeyenler, kalanlar?”

Peki neydim, kimdim ben? Çok yürekli görünürken bu kadar korkak; böylesine evcilken bir o kadar serseri; uysal ve sessiz sanılırken cadı gibi inatçı; çoktan esir alınıp bayrağım çiğnenmişken böyle mağrur ve bağımsız…

Belki de yazmak dünyadan, olduğun yerden uzaklaşmanın en kestirme yolu…

Erkekler pek seviyorlardı gözü açılmadık bir kızdan kendilerine uygun bir kadın yaratmayı. Ama çoğu kez başaramıyorlardı bunu. Kumandayı ele alayım derken teslim olmak zorunda kalıyorlardı.

Bir sırt çantasıyla yollara düşmek,dünyanın sokaklarını arşınlamak, gitmek, durmadan gitmekti hayalim.

Aşk çağrısına hesapsız kitapsız katılmak ruhen mülksüz olmayı gerektiriyordu belki de.

Yazmak bir yıkım ve ardından gelen devrimdir.

Aşk ölçülü, sabırlı bir şey olamaz. Aşk delirmektir. Azgın bir su gibi bentleri, yıkar geçer. Sınır tanımaz.

İnsanı kendinden koruyacak hiç bir şey yoktur…

Uzakları taşıyan gemiler geldi geçti içimden. Vapur düdükleri, martılar, yağmurlu günler ve gün batımları geldi geçti.

Aşk ve cinsellik konularında kural koymaya kalkışmak bönlüğün dik âlâsıydı!

İnsan gece gibi gizemli, saklı ve karanlıktır. Sahili doldurup yol ya da aile çay bahçesi yapabilirsin ama fırtına, deprem, sel gibi güçlü bir doğa olayıyla, deniz er geç gelip geri alır sahilini.

Anlat! Biri bana bu sözü söylediği zaman hep sıkılmış ve şaşırmışımdır.

Tedbirli olayım derken, olmakla olmamak, sevmekle sevmemek, bir şeyler yapmak ve hiçbir şey yapmamak arasında gidip geliyorum.

Seni tahmin edemeyeceğin kadar büyük bir acıyla seviyorum…

Yaşamak tasarlanmış ve ertelenmiş bütün ölümlerdir belki de.

Aşk peri masalı gibi zamanın içinde bir yerlerde durur ve hep seni bekler. Masalın iyi ya da kötü bitmesi önemli değildir. Masal masaldır.

Kendi toprağında ölmek, boş söz değildi.

Boş bir sayfayı doldurmaya nerden başlanır, derin bir kırığın hangi ince çatlağından?

İyiliğinle ezdin beni. Anlayışın yük gibi bindi sırtıma. Eksiklerini böyle gidermeye çalıştın çünkü.

“Bende anlamadığın nedir biliyor musun?”
“Neymiş?”
“Nazım’ın dediği gibi: ‘Ben artık şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek istiyorum. Kendi şarkımı.’ Ama yapamam biliyorum, çünkü o şarkı içimde kuruyup kaldı. Beni öldüren bu işte.”
“Şarkılar bitmez, yeni şarkılar filizlenip doğar her zaman…”

Geçip giden sevgilidir. Ama aşk peri masalı gibi zamanın içinde bir yerlerde durur ve hep seni bekler. Masalın iyi ya da kötü bitmesi önemli değildir. Masal masaldır.

Biz taraftık. Kazananı olmayan bir savaşta birlikte battık.

Belki de yazmak dünyadan, olduğun yerden uzaklaşmanın en kestirme yolu…

“Acıyan bir yerlerim olup olmadığını anlamak ister gibi yokluyorum içimi. Hiçbir sızı yok. Geçmişin ağırlığı yok üstümde. Yolunca yordamınca unutmuşum unutulması gerekenleri. ”

Ben daha doğmadım, şu an kendime gebeyim, doğduğumu göreceksin.

 

Şarkılar, duyguları ifade etmenin en kolay yoludur. Kimseyi incitmezler. İstemeyen üstüne alınmaz.

Edebiyat savunma değil, tanıklıktır.

İnsan yanlış yerden hayata başlamışsa, neyi tutsa elinde kalıyordu.

Ama geri dönemeyiz. Kişi ne geçmişini silmeyi ne de olası geleceğine isyan etmeyi becerebiliyor.

Yaşamak tasarlanmış ve ertelenmiş bütün ölümlerdir belki de.

Yaşı ne olursa olsun, insanın kalbi değişmiyordu.

Aşk kendi kendini yaratıp sürdürüyor. Yaşanmadan yatışmıyor, susmuyor

masumiyetin sonudur bu.
bütün yatırımını her seferinde sakınmadan ortaya atma, ya hep ya hiç mantığı gütme ve onarılmaz kayıpları göze alma yürekliliğinin sonu.

Sessizlik insancıldır. Sessizlik insanın ayak basılmamış bölgesidir.

Nereden başlamalı? Bugünümden mi? İşe yaramaz, hayır. Bence insan kim olduğunu ancak geçmişine, geçtiği yola bakarak öğrenebilir.

Evlenmek, iki insanı birbirine uydurmak için üst üste koyup ütülemek gibi zorlama bir iş.

Ben çelişkilerle dolu mutsuz bir insanım. Sen dengelisin. Ben heyecanlıyım, sen sakinsin. Ben deliyim, sen akıllı. Ben devrimciyim, sen evrimci.

İnsan yanlış yerden hayata başlamışsa, neyi tutsa elinde kalıyordu.

Şarkılar duyguları ifade etmenin en kolay yoludur. Kimseyi incitmezler.

Zaman içinde yaşadığımız bir akarsudur, bizi alıp ya ileriye doğru götürür ya da boğup öldürür.

“Hayal kırıklığına uğramış gibisiniz.”
“Aşk çoğunlukla hayal kırıklığıyla biter.”
“Çok karamsar bir bakış…”
“Gerçekçi” dedi Cihan.
“Bence her aşk kendine özgüdür. Hiçbiri ötekine benzemez.”
“Hiçbir aşk yeni değildir Ayşe. Ya da yalnızca başlangıçta öyledir. Gerisi yinelemeler…”
“Hayatın kendisi de öyle değil mi?”
“Haklısın öyle.”

Hiçbir erkek, kadınların sandığı kadar dayanıklı ve güçlü değildir.

Dünya acımasız. Pek çok insan ancak bencillik ve canavarlıkla kendini güvence altına alabiliyor. Merhametli, onurlu ve uysal olanlarsa her zaman eziliyor. Ben kusursuz doğmadım, acemi ve sakardım. İyi bir insan olmaya, vicdanımı temiz tutmaya çabalarken kırıldım. Hayat çok ince çok kırılgan.

Unutmak bir mezar kazmak, unutulması gerekenleri oraya gömmek ve üstüne işaret koymamaktır.

İyi kötü kendi oyunumu oynamak, bir yere varmak, bir şey olmak,kendime saygı duymak istiyorum.
Bunun için farklı bir yerden başlamam gerek.

Hayal kırıklığına uğramış gibisiniz. Aşk çoğunlukla hayal kırıklığıyla biter.

Unutmak demek yaşanan şeyin önemini yitirmesi demek değil miydi? Unuttuğumuzu sandığımız nice şey bir gün apansız çıkıp geldiğinde bu yüzden mi tedirgin ediyordu bizi ?

İnsanı anlayabilmek için en derin yerlerine kadar kazımak gerekiyordu. Kazımak, kazımak ve kazımak…

Zaman, içinde yaşadığımız bir akarsudur, bizi alıp ya ileriye doğru götürür ya da boğup öldürür.
Zaman; olaylar, adlar, tarihler ve ayrımlarla, varlığını durmadan hatırlatarak karşı konulmaz ama basit bir biçimde akıyordu. İnsanın kendini bu akışa karşı savunmasının yolu yoktu.

Harcanmış bir güzellik, savrulmuş bir hayat. Aşk bu derece sakatlayabilir mi insanı?

Sırtımı sırtına dayıyorum. Ne olursa olsun şu an dünyanın pis, küçük rezil oyunları ve ahmakça kavgalarının dışındayız. Temiz kalmanın bu kadar zor olduğu bir dünyada beni biraz olsun avutan bu.

O gün ruhumda bir gedik açıldı. Bütünlüğüm parçalandı. Bir daha hiçbir zaman tam hissedemedim kendimi.

Seçtiğimiz hayat bizi kendine benzetir!..

Nasıl oluyor da insan, yaşamına onca güzellik katmış birini günün birinde bu kadar anlamsız bulabiliyor?

“Bende anlayamadığın neydi biliyor musun?” diye sordu.
“Neymiş?”
“Nazım’ın dediği gibi, Ben artık şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek istiyordum. Kendi şarkımı. Yapamayacağımı biliyorum çünkü o şarkı içimde kuruyup kaldı. Beni öldüren bu işte.”

Çünkü insan asıl yitirdiğinde severdi elindekini, o zaman anlardı önemini o insanın, yanı başında dururken değil.

Dışarıdan bakarak başkaları hakkında yargıya varmak, bugünle kolayca uzlaşanların işine geliyordu ve ne olursa olsun faşizm içeriyordu.

Benim için ait olmak, katkıda bulunmak ve paylaşmak önemli. Oysa sen ucu kırık bir kalem gibisin. Seninle yazamam.

Tepkisiz kalabalıklarsa kurulmuş makine gibi görünüyordu gözüne bir süredir. Ortak yanları anlaşılmaz, adsız bir sabırla tıka basa dolu ve umarsız bir boş vermişlik olan bu insanlar, yaşamın esasına ilişkin konulara değil, gereksiz ayrıntılara takılıyor, asıl büyük resmi göremiyorlardı. Beyinlerine bunca renkli görüntü akıtılırken nasıl göreceklerdi ki!

Konuşmaktan kaçınıyoruz Aramızda söylenmeden bilinen sözcüklerle kurulmuş bir köprü var ve konuşursak belki dağılırız.

Hayatı boyunca bir seçim yapamamış ne devrimden ne aşktan vazgeçmişti!

Cesur ve kırılgan biri için yalnızlık kendine sadakatin bir başka biçimi ve biraz hüzünlü de olsa daha dayanıklı bir şeydi.

Kırılacak, çok değerli bir şeyin ta yukarıdan yere bırakılıvermesi ve ayaklarının dibinde patlayıp dağılması. Kaybetmek, dehşet. En acısı, eğer kendi bedeninden hayat verdiğin bir insansa bu, acın sonsuza kadar sürecek bir parçalanma duygusuna dönüşüyordu.

Sponsor Reklam
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ