Barış Bıçakçı Sözleri

Barış Bıçakçı Sözleri

Adana doğumlu olan Barış Bıçakçı  1966 yılında hayata gelir. Bu süreçten sonrasında Hüseyin Kıyar, Yavuz Sarioğlu gibi isimlerle beraber Ocak Ayında tarih 1994 yılını gösterdiğinde şiir kitabı yayımlamıştır. Daha sonrasında ikinci şiir kitabını ise 1997 yılında Ekim ayında yayımlatma imkanı bulmuştur. Bunların ardından ilk romanı olan Herkes Herkesle Dostmuş gibi kitabını 2000 yılında yayımlamış ve İletişim Yayınları ile beraber farklı kitaplar üzerinden de çalışmıştır. Genç yeteneklerden olan yazar maalesef Türkiye halkı tarafından gerekli ilgiyi görmemiştir. Buna rağmen mükemmel okunması gereken kitapları vardır. Dilinde basitlik olsa da bir çırpıda okunacak kitaplardır. Kitaplarında dikkat çeken bir diğer nokta ise Ankara çok sağlam bir biçimde tasvir etmesidir. Evet, adam haklı abi ile dedirten bir yazar ile sizi baş başa bırakalım.

vrendeki en bol elementin, hidrojen ile helyumun, aynı zamanda en hafif iki element olması her şeyi açıklıyor zaten. Böyle hafif bir evrende anlam ne arasın? Anlam ağırdır… dibe çöker. Falcılar bu nedenle kahvenin telvesine bakarlar.

Haz, hafıza kaybı mıdır, diye soruyor İlhan. Eğer öyleyse neleri unutturabilir?
Mamak çöplüğünde para edecek şeyler toplarken çöplerin içine düşüp kaybolan adamı ve gündüzleri onu arayan, geceleri ateş yakarak bekleyen ailesini unutturabilir mi? Yağmurlu kış günün üç beş otomobilin geçtiği Muğla-Denizli yolunun kenarında mantar satmaya çalışan kadın ve küçük kızını, onların bakışlarını unutturabilir mi? Kötü bir insan icadı olan Tanrı’yı unutturabilir mi? Sıradanlığı unutturabilir mi, hayata kast ediyor çünkü, sıradanlığı unutturabilir mi?

REKLAM ALANI

Bir kitap yazmak istediğimi söylemiştim. İçinde öyle bir cümle olsun istiyorum ki, kitabı okuyan biri o cümleye geldiğinde kitabı birden kapatıp sımsıkı göğsüne bastırsın.

Yalnız aklıyla hareket eden bir insan gerçek bir insan değildir. Böyle bir insan hiç yaşamasın daha iyi!
İnsan duygularıyla insandır. Duygular en güzel şiirle ifade edilir..

Bir felsefeci ölü bulunduğunda akla gelecek ilk şüpheli elbette kafasındaki fikirlerdi.

“Bir şey hissetmek ama hissetmemeye çalışmak… Başka biri olmaya çalışmak… Her zaman keder verici.”

Her şey birdenbire oluyor. Küçük bir çocukken birdenbire,ilaçlarını plastik bir margarin kabında saklayan bir ihtiyar oluveriyorsun.

Birine aşık olunca, ömrün boyunca onu aramışsın da sonunda bulmuşsun gibi, geçmişini tekrar kurgularsın. Basit tesadüfler aşkın ilahi gücünün işareti olur çıkar. Şimdi buraya yazınca bak ne kadar gülünç olacak: Lise sonda aşık olduğum kızın ismi Zuhal’di, yirmi yıl sonra, Nihal, demek ki, tabi ya, büyük bir aşk bu, aşkın ilahi adaleti sonunda bizi buluşturdu vesaire..

‘Yere çakılana kadar kanatlarımın olduğuna inanacağım.’

Geçen yılların rüzgârı her şeyi bozmuş,aşındırmış,parçalamıştır; o rüzgâr getirse getirse kum getirir. Bu da ihtiyarların çocuklaşmasını açıklıyor: Kumda oynuyorlar.

”Bunca acıya rağmen hâlâ hayatta olduğumuza göre ya üçkağıtçıyız ya da umudumuz var.”

Bana ikimiz aynı insanmışız gibi baktı. Ben onun devamıymışım gibi.

“Bana, insan yalnızca kendini anlayabilirmiş gibi geliyor. O da zaman zaman.”

Her ironi bir hayal kırıklığını gizler…

“Hayat devam eder. Bazı çiçekler susuzluğa ve unutulmaya dayanır. Hayat her zaman devam eder, bunu herkes bilir.”

Hayatta da edebiyatta da asıl olanın ateş olmak değil, ateşi elinde tutmak olduğunu düşündüm..

Dışarıda yağmur yağıyor, hoca kısmi türevi anlatıyor ve ben seni düşünüyorum..

“Her şeyin geçip gittiğine, yaşadıklarımızın geçmişte kaldığına kim inandırabilir bizi? Anılarımızı avuç dolusu su gibi her sabah yüzümüze çarpmanın işe yaramayacağına kim inandırabilir?”

“Her ne yapıyorsak, günün birinde öleceğimizi unutmak için yapıyoruz.”

“Senden elli lira aldım, senden de elli lira aldım. Ne etti? Yüz lira. Bunun doksan lirasıyla gidip kendime bir ayakkabı aldım. Ne kaldı? On lira. Sana iki lira geri verdim, sana da iki lira geri verdim. Ne oldu? Sana borcum kırk sekiz lira, sana da borcum kırk sekiz lira. Toplam borcum doksan altı lira. Bende ne kaldı? Altı lira. Topla doksan altıyla altıyı. Ne eder? Yüz iki lira. Nereden geldi bu iki lira?”

Her şey bir şeyin etrafında hiç durmadan döner, insanın payına düşen sarhoşluktur.

“Biz erkeklerin büyüyemediğini söylüyorsunuz!”… “Erkek ya da kadın, insanların büyüdüğüne inanmak için, öncelikle, çocukluğumuzda ve gençliğimizde çabucak geçip gitsin istediğimiz bütün o anlamsız, boş pazar akşamlarının yan yana üst üste gelip, çamaşır deterjanı ve ütü kokmayan, sesinde bir futbol maçı hayhuyu barındırmayan yekpare bir insan bina edeceğine inanmak gerek. Buna inanıyor musunuz?”

Yalnızlık mı? Milyarlarca insanın adı geçiyor bu bahiste!”

Cemil yirmi yıl beklemişti. Yazmak için debelenmiş, çok fazla yol almıştı. Kalemi eline aldı ve sadece tek bir cümle yazdı, içinden daha fazlası gelmiyordu:
“Karman çorman hissedişin tane tane çözüleceğini, yeniden, bu kez mükemmel bir düzen içinde bir araya geleceğini ve hayatın bir anlama kavuşacağını hayal etmek: yazmak.”

Evet, yolun sonunda iki adam, şiirin bile fayda etmediği çünkü şiir çaredir bir bakıma ölüme, özellikle de son dize ve her şeye çengel atan kafiye.

Bir insanı okuduğumuz kitaptaki bir kahramana benzettiğimizde bunu o insanı yargılamak için değil, anlamak için yaparız. Çünkü edebiyat da doğa gibi her türlü bilgeliğin kucağı…

Hareket etmezsen acı üzerinde birikir.

Evet kitaplardan konuşuyorduk; sinemadan ve müzikten. Kendimi kaybederim bu konularda konuşurken. Beğendiğim şeyleri hiçbir sınırlama duymadan överim.

âh hayat, bize böyle ne yaptın!..

Edebiyat okurları aslında, okudukları her KİTAPTA insanı muayene ve ameliyat eder. Bu yolla edindikleri bilgi yaşararak elde edilemeyecek kadar büyüktür ve insana dair her şeyi anlarlar ,sahiden anlarlar.

“Bu dünyada çoğunluğu, herkesin kendisine hayran olduğunu düşünenler ile kimsenin kendisini sevmediğini düşünenler oluşturur.”

“Bu ülkede pazar akşamlarının bir araya gelip, bırakın yetişkin bir insanı, herhangi bir şey meydana getirebileceğine inanabiliyor musunuz? Getirse getirse bir yenilgi meydana getirir.”

”Yani her şey boşuna mı gidiyor, boşuna mı yaşıyorum?”

“Yalnızlık su gibidir, içinde durduğu insanın şeklini alır.”

Onlara baktım, kardeşlerime. Ellerine, yüzlerine. Yoktan yere bir uzaklık, bir engel aramızda. Birbirimize, birlikte yaşadığımız onca şeyi aşıp yaklaşamayacakmışız gibi; ama öyle de yakınız ki, kapı kapandığında üçümüzün birden eli sıkışıyor.

“İnsanoğlu beklerken nefes almaz, yutkunur.”

Ve bir anlık bir şımarıklığı bile bağışlamaz hayat

Aşk başta anlam olmak üzere pek çok şeyi karşısına alır, huzuru örneğin, kararlılığı ve dengeyi. Kendi kendine sözler verirsin. Boşunadır.

Okumak kimilerine yazmayı öğretir, banaysa yazmamayı öğretti.

Birlikte yaşlanmanın iyi tarafı birbirine söylediğin veya söylemediğin şeyler yüzünden ölmeyeceğini bilmek! Gençken konuşmak da susmak da ihanettir; gençken insan kolay can alacağını, canının kolay çıkacağını düşünür.

Özlemek duvarları en yüksek, kaçılması en zor hapishaneydi.

Çocukluğundaki bir güne gidip tamir etmesi gereken bir şey var,evet.Yıllar öncesine geri dönüp bir vidayı sıkması,bir çiviyi çakması gerekiyor.Sanki ancak o zaman şimdiki hayatı biraz bir şeye benzeyecek,yolunda gitmeyen şeyler düzelecek.Fırlayıp çıkmış bir yayı takması,bir contayı değiştirmesi,yere düşen küçük bir rondelayı bir cımbız ile alıp yerine yerleştirmesi gerekiyor.

“Sonra sustum. Çok susunca olan şey: Konuşmak, anlatmak, anlamsız gelmişti birdenbire. Belki de, katlanıp kaldırılması gereken şeyleri buruşturmuştum.”

Evet kitaplardan konuşuyorduk…
Kendimi kaybederim bu konuda konuşurken. Beğendiğim şeyleri hiçbir sınırlama duymadan överim.

Bir pazar sabahı Rıfat günlerin aynı kaba damlamadığını fark etti. “Günler damlıyor ama aynı kaba değil,” dedi. Gökyüzüne baktı: Boştu. Hiç bulut yoktu, aslında hiçbir şey yoktu. Çağımızın çıplak güneşi her şeyi yok etmişti, enginliği, bulutları ve kuşları… Maviyi bile yok etmişti, sonra da sırasıyla diğer renkleri, bazı sesleri, kelimeleri ve anlamları. İnsan bu yoklukta yeni bir şey söyleyemez, olsa olsa kendini tekrar ederdi.

bahar sunduğu her şeyi yaşamaya zorlayarak bana şiddet uyguluyor..

İnsanların hemen her eylemi kendilerini inşa etmeye yönelikti.

Hayatında ilk kez kitaplardan biraz ürktü sanki. Farklı kalınlıkta, boyda ve renkteydiler ama gizli, ortak bir niyetleri vardı ve bu niyetleri anlaşılmasın diye sırtlarını dönmüş yan yana duruyorlardı.

“Vazgeçerek yaşıyorum. Vazgeçe vazgeçe ilerliyorum.”

İnsan yalnızca bir beden olmayı kaldıramıyor. Bu çok belli, diye düşündü Cemil. Halbuki yalnızca bedeniz ve bununla baş edemediğimiz için ruh diye bir şey icat etmişiz. Doğrusu parlak bir fikir!

Bütün tatlar ekşi, bütün kokular kesif, bütün hisler fani..

Peki, boşluğu daha iyi tanımak, boşluğu doldurur mu, büyütür mü?

Hangimiz yaşamadık, savruluşların sonunda bir yerde bizi bekleyen ismimize düzenlenmiş kimlik arayışını? Hangimizin kendini var etme sorunu olmadı?..

O da anlamıştı herhalde ikimizden bir adam olacağını, benimle konuşulacağını seninle yaşanılacağını..

Uzun bir süre konuşmadan oturduk. Gitmesin istiyordum. Orada otursun, bakışlarıyla beni dinlendirsin, anlattığım şeylerin onun için çok değerli olduğunu belli etsin istiyordum. Bunu belli etmezse kırılıp döküleceğimi anlasın istiyordum

Hayatın saçma sapan bir şekilde bitebileceğinden korktum hep. İçimde böyle bir korku varken de hayatın tam da bu şekilde, yani saçma sapan bir şekilde sürdüğünü anlamadım. Asıl bundan korkmam gerektiğini anlamadım.”

”Sana doğru yuvarlanan yumağın kedisiyim ben.”

“Dostum, her şeyin farkında olduğun için mi yalnız ve mutsuzsun?”

Benden okumak için kitap önermemi isteyenlerin, kalbimi de istediklerini sanıyordum.
Hala da öyle…

”Yaşamak aslında birbirinden kopuk yaşantılar arasında bağlantılar kurmaktır.”

Ben hep bir şarkının ellerindeydim, bu yüzden aranıza karışamadım.

Çünkü aşk eşitler arasında yaşanır. Eşit değilseler bir taraf diğerinin esiri olur, diğeri de ona eserim diye bakar.

Her şeyin geçip gittiğine, yaşadıklarımızın geçmişte kaldığına kim inandirabilir bizi?

Yaşamak ilerlemek olamaz diye düşünüyor Cemil, ama geride bırakmak olabilir…

“Ev kuşuyduk biz. Radyo dinlerdik, çay içip bisküvi yerdik, bu da yetmezdi bisküvimizi çaya batırırdık.”

Bir taksiye el salladı. Arka koltuğa oturdu. “Kuğulu’ya lütfen” dedi. “Lütfen” unutulmamalı, anne babadan çocuğa geçmeli, şoförlere, tezgahtarlara, kapıcılara söylenmeli.

“Bunca acıya rağmen hala hayatta olduğumuza göre ya üç kağıtçıyız ya da hala umudumuz var. Ben kendimi üç kağıtçı gibi hissediyorum. ”

” ‘Yere çakılana kadar kanatlarımın olduğuna inanacağım’.Bu inanç yetiyordu ona.Zaten hayat da yere çakılana kadar yaşanan bir şeydi.”

Sonra sustum. Çok konuşunca olan şey: Konuşmak, anlatmak, anlamsız gelmişti birdenbire. Belki de, katlanıp kaldırılması gereken şeyleri buruşturmuştum

Güzel günün, güzel şeylerin geçici olduğunu unutmak için uyumak istiyorum. Geçicilik duygusunun insanı hep hazır olda tutan despotluğundan kaçmak için uyumak istiyorum. Böylece güzelliğin daha da küçük daha da geçici bir parçasına razı olarak uykuya dalıyorum. Uyandığımda gün bitmiş oluyor, hayat azalarak sonsuza gidiyor, azalarak sonsuza gidiyor, azalarak sonsuza, azalarak…

Bizim büyük çaresizliğimiz Nihal’e âşık olmamız değil, sesimizin dışarıdaki çocuk seslerinin arasında olmayışıydı. Asıl çaresizlik buydu.

Aforizma belki bilmek demek değildir ama bilmek çabasıdır, ona en azından bir başlangıç önermesine verilen değeri vermek gerekir. Şu da yeteri kadar açık değil mi: Aforizma modern insanın kullandığı bir ağrı kesicidir. Hiç olmanın ağrısını dindirir. Sonra ağrı yine başlar.

O ayrılık öncesi konuşmalarının iç burkucu tarafı:
Birbirimizi ne kadar çok sevdiğimizi, ne kadar çok özleyeceğimizi sözcüklere dökerken; “Ölmeyeceksin, yaşayacaksın!” diye kandırılan hastalara benziyorduk..

Sponsor Reklam
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ