Reşat Nuri Güntekin Sözleri

Reşat Nuri Güntekin Sözleri

Edebiyatımızda çok önemli ve değerli yazarlar vardır. Bize güzel değerli miraslar bırakmışlardır. Yazdıkları romanlar ile bir çok gencin kalbini çalan değiştiren bu yazarlar sayesinde edebiyatımız oldukça zengindir. Bu yüzden bu eserleri yaşatmak ve okutmak bizim için oldukça önemlidir. Çalıkuşu, Yaprak Dökümü ve bir çok eseri ile okuyucu kitlesini yürekten etkileyerek başaralı bir yazar olmuştur. Hayata veda etmesine rağmen eserleri hale rağbet görmekte ve edebiyat dünyası tarafından anılmaktadır. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde bulunmuş ve kitaplarında Anadolu insanın hikayeleri içten bir şekilde işlemiştir. Onun bu başarısı sayesinde toplumun sahip olduğu değerler bir sonraki nesle aktarılmıştır. Yazarlar bulunduğu dönemlere iyi bakan gözlemciler olduğu için eserleri geçmişle bağlantılıdır. Bu yüzdende okuduğunuz her eser toplum yapısına dair ipuçları verir.

İnsan, karşısındakine birdenbire bu kadar ağır, bu kadar değişik bir sesle söz söyledikten sonra küçük dünyamızın küçük davalarından, bir yığın hiç etrafındaki küçük didişmelerinden hiçbiri gerçekten yoktur.

İstanbul’un hali başkadır. Orada kimse kimsenin farkında değildir. Ayaklara dolaşmamak şartı ile bir duvar kenarına upuzun yatarak ölmeye kalksan kimse <<ne yapıyorsun>> diye sormaz.

Kışı bin zorlukla çıkaran hastalar ve ihtiyarlardan bir çoğu baharda pes ederler. Etrafta her şey uyanır ve yeniden yaşamaya hazırlanırken ölmek muhakkak ki çok acıdır.

<<İnsan yedisinde neyse yetmişinde de odur!>> derler.Amenna ! Fakat yedisinde neyse on yedisinde , hatta yirmi yedisinde pek o kadar <o> değildir de ancak kırka doğru tekrar yedisinde kine benzemeye başlar. Mesela yedisinde korkak olan çocuğa on yediye doğru bir cesaret gelir, kanı kaynar, ötede beride bazı tehlikeli atılganlıklar yaptığını görürsünüz. Fakat kırktan sonra damarlar katılaşmaya başlayınca eski korkaklık gene deliğinden burnunu gösterir. Yedide cadıdan, elli yedide hırsız veya polisten korkan insanla yirmi yedide karanlık sokaklarda ıslık çalarak dolaşan genç adam arasında ıslığın sesi titrek de çıksa , her halde bir fark tanımak lazımdır.

”Evet, içimde derin sevdalara, büyük ihtiraslara kabiliyet kalmamış… Aşk kalbimden dudaklarıma çıktı… O, artık birini ötekinin unutturduğu buselerle bir nağme, bir tebessüm gibi yalnız dudaklarımda yaşayacak… Fakat belki mesut olmak için de asıl çare budur: Aşkı dudaklarından öteye bırakmamak, zehir gibi kalbe inmesine meydan vermemek.”

Şu beğenmediğimiz, akılsızlığa misal olarak zikrettiğimiz eşeklerin içinde ne filozof kafalılar vardır bilir misin evlat? Yedikleri sopanın miktarı ne olursa olsun revişlerini değiştirmezler.

[…]çocuk ölmüştür…
Gözündeki ışık ile dudağındaki hande ‘ümit’ten başka bir şey değildir. İnsan ölür; ruh bedenden ayrılır. Ümit denen lahuti şule (ilahi ışıltı) bir müddet daha devam ve sebat gösterir… Geceleri mezarların üstünde yanıp sönen o ışıklar dağılmış vücutlardan ayrılan ümit ışıklarıdır.

Sizin için şarkı söyleyen bir insanın yüzüne birdenbire pencere kapamak günahtır da ondan.

Vazifenin yeri kafa, merhametin yeri hesap ve kitabı olmayan ve bir çocuk gibi kolay kanan kalptir.

Bilhassa Büyük Muharebeden sonra bütün dünyada bir garip uyanıklık oldu.
Şimdi insanlar artık sizin zamanınızın insanları değil. Gözlerin açılması emelleri, hırsları artırdı. Kimse artık kendi halinden memnun olmuyor. Bu cereyan neticesinde eski ahlak kaidelerinin yıkılıp değişmemesine nasıl imkan görürsünüz.

Evet, zavallı memleket, asırlardan beri yeşil gece içinde yaşıyordu. Halk dünyayı hep bu karanlığın arkasında görüyordu. Anadolu’da fikirlerin geri, insanların sefil kalması, işlerin fena gitmesi hep bu yüzdendi.

Çocukların büyük adamlar gibi gizli dertleri,ehemmiyetle sakladıkları izzetinefis yaraları vardı.

“Evvela, fare gibi sandıkta vakit geçiren küçük Vehbi, hakikaten eğlenceli bir fındıksıçanı. Boncuk gibi kara, parlak gözleri, küçük kurnaz yüzü, sivri çenesiyle mektebin en şeytan çocuğu…”

“.. ben, seni sevmesini, senden ayrıldıktan sonra öğrendim.”

‘Onun fikrince sanat gibi hayatta da orta yoktu. Muvaffak olanlar bildikleri, istedikleri gibi yaşarlar, ötekiler karanlık köşelerinde ne olursa olurlardı.”

Nasıl ki kendi canım yandığı zaman da pek ah ü zara kapılmadan felaketi güler yüzle karşılayışım bana onun yadigârıdır.

Fakat hürriyet! Onun cazibesine dayanmak mümkün müdür?

Bir arkadaş gözü bir sevgilinin gözüne benzemiyor, çok kere yüzdeki maskeyi delmeye, yürekten güzelliği görmeye muvaffak oluyor.

Hasılı bu memleket eski alaturka kasabanın üstünde ekstra modern sayfiyesiyle şalvar üstüne frak giymiş bir insana benziyor .

İnsan ne yaşta olursa olsun sefaletler gibi büyük sevgileri göstermekten çekiniyor.

Ben, çiçeklere ”toprağın sevdası” derim Kınalı Yapıncak.

Çalışmak benim için bir ihtiyaçtı.

“Bu küçük kız, bana ılık bir ilkbahar güneşi gibi tesir etmişti. Karlar içine gömülmüş kuş yuvalarına düşen sarışın bir ışık parçası…”

Siz ancak romanlarda tesadüf edilebilecek ideal bir kahramanlardan bahsediyor gibisiniz. İnsan olsun da hiçbir zaafı olmasın?

”Öldükten sonra bile için için ağlamakta devam ediyor gibiydin.”

Benim gizli kitaplarım sizinkiler gibi şuh, çapkın ve aşk hikayeleri değildi. Bunlar dünyada daima kendilerini yalnız bulmuş insanların yalnızlıktan bahseden acı, bedbin yazılarıydı.

Dest-i tavîl-i maharetinin meçhul-i menba ganaiminden olacak..

Kurdun çocuğu nihayet kurt olur. Demek Bülent de artık asaletini, Gülsüm’le arasındaki büyük insanlık mesafesini idrake başlamıştı!…

Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu? Edepsizin, hırsızın aliminin cahilinden az muvaffak olduğu nerede görülmüştür?

Fakat insanların anlaşılmaz bir mahzunluğu kavradığı, birçoklarının yorgun argın evlerine gittikleri , gene birçoklarının nereye gideceklerini bilemeyecek hüzünle adımlarını ağırlaştırdıkları ve o loş ve bulanık akşam saatleri benim en iyi zamanlarımdı.

Bununla beraber insanlığın dirisi gibi ölüsü etrafında kalabalık ne kadar çok olursa pislik de o kadar çok oluyor.

Hatta bir bakıma sevinç, insanı kederden de daha fazla cömert yapar.

Uyku ile uyanıklık birbirinden ayrı iki alemdir. Fakat ben bu kerevet üzerinde geçirdiğim bazı gece saatlerinde bunların hangisi içinde bulunduğumu söylemeye gerçekten muktedir değilimdir. Vücut, yorgunluktan külçe haline gelmiş, en küçük bir hareket imkanını kaybetmiş bulunmasına göre muhakkak ki her parçası ayrı ayrı uyuyor. Evet; kaplumbağa uykuda; fakat onun ağır ve sakat kabuğu içine hapsedilmiş kuş uyanık. Sırtımı bir yüksekçe duvar yastığına dayanarak uzandığım yerden tavanda kaynaşan yol yol akar su akislerini, karşımdaki duvara asılmış iki büyük levhanın çerçevelerini ve nur gibi parlayan yazılarını, oda kapısı yanındaki ördek sobanın daima açık kapağındaki ateşi görüyorum. Demek ki uyanığım. Fakat aynı zamanda bunların arasında gündüzün rastladığım bazı çehrelerin gitgide kımıldanmaya, gündüz ki sesleriyle konuşmaya, gülüşüp ağlaşmaya başladıklarını da görüyorum. Yani hakikat aleminin vücutsuz mahluku olan rüya. O halde bu anlarda bu anlarda bu alemlerin hangisinde bulunduğumu nasıl kestirmeli?

Bilhassa Büyük Muharebeden sonra bütün dünyada bir garip uyanıklık oldu.
Şimdi insanlar artık sizin zamanınızın insanları değil. Gözlerin açılması emelleri, hırsları artırdı. Kimse artık kendi halinden memnun olmuyor. Bu cereyan neticesinde eski ahlak kaidelerinin yıkılıp değişmemesine nasıl imkan görürsünüz.

”Kahrolsun insanları kuruntu ile, vehimle berbat eden gece… Yaşasın güneş… Güneş aydınlığında öyle bir hassa(özellik) var ki sade dünya değil insanın beyninin içi de aydınlanıyor.”

Evet, zavallı memleket, asırlardan beri yeşil gece içinde yaşıyordu. Halk dünyayı hep bu karanlığın arkasında görüyordu. Anadolu’da fikirlerin geri, insanların sefil kalması, işlerin fena gitmesi hep bu yüzdendi.

Bu mağaza camekanlarındaki bebekler gibi süslü ve uslu kibar çocuklardan bir şey anlamazdım.Bence asıl arkadaş ötekiler;boğuşan,dövüşen,birbirlerinin ellerinden yiyeceklerini kapan,arabaların arkasına ağaçlara tırmanan mahalle çocuklarıydı.

Çocukların büyük adamlar gibi gizli dertleri,ehemmiyetle sakladıkları izzetinefis yaraları vardı.

Ben senin için güzel bir keman sesinden başka bir şey değilim.Nasıl ki sen de benim için tatlı bir yaz rüyasından ibaretsin.Bu sevda değil Lamia.Biraz ince bir gönül eğlencesi,bir his oyuncağı…

“Evvela, fare gibi sandıkta vakit geçiren küçük Vehbi, hakikaten eğlenceli bir fındıksıçanı. Boncuk gibi kara, parlak gözleri, küçük kurnaz yüzü, sivri çenesiyle mektebin en şeytan çocuğu…”

” Evet, dibi görünmeyen kuyulara atılan taş nasıl çıkardığı sesle onların derinliğini gösterirse, başkalarının elemi de bizim yüreklerimize düştüğü zaman çıkardığı sesle bize kendimizi, insanlığımızın derecesini öğretir… ”

“İçimde sönük bir ümit yok değildi. Çok güzel bulduğumuz için, hiçbir zaman elimize geçmeyecek sandığımız şeylere karşı duyulan o ümitsiz ümit.”

Eskiden ölümü ben başka türlü düşünürdüm, insan elli sene, altmış sene, hülasa istediği kadar yorgunluktan bitap düşünceye kadar gezer, koşar, eğlenir. Sonra, gözleri tatlı bir uyku ihtiyacıyla mahmurlaşmaya başlar. O vakit bembeyaz, temiz bir yatağa uzanır. Yeni başlayan uykuların hafif sarhoşluğu içinde gülümseye gülümseye sönüp gider. Güneşe karşı parlayan beyaz mermerler üstünde kucak kucak çiçekler… O mermerlerdeki küçük yalaklardan su içmeye gelmiş birkaç kuş… işte ölüm denince benim gözümde böyle sevimli ve hemen hemen neşeli bir hayal uyanırdı. Şimdi, onun acı lezzetini, ödağacı ve servi kokuları içinde dilimle tadıyor, ciğerlerimle kokluyor gibiyim!

“.. ben, seni sevmesini, senden ayrıldıktan sonra öğrendim.”

”Onun fikrince sanat gibi hayatta da orta yoktu. Muvaffak olanlar bildikleri, istedikleri gibi yaşarlar, ötekiler karanlık köşelerinde ne olursa olurlardı.”

”İnsanın bu etrafımızdaki topraktan hiç farkı yok… Bakıyorsun bir gün, bütün arzuları sonbahar yaprakları gibi dağılmağa başlıyor, içinde her şey ölüyor, her şey kuruyor… Artık ümidi kesiyorsun… Bundan sonra bahar, hayat, saadet bitti diyorsun… Fakat üç ay sonra her şey yeniden canlanmağa başlıyor… O kuru toprak, eskiden daha güzel baharlara bezeniyor.”

”Aşkı bin türlü kayda esir ediyorlar, muayyen bir ömrü olan bir duyguyu zorla hapsetmeğe çalışıyorlar, hep aynı şeyi sevmek için ebedî vefa yeminleri veriyorlar… Daima aynı şeyi sevmek, aynı hâtıraya bağlı kalmak ne fena… Bir keman düşün ki, hep aynı sesleri tekrar ediyor… Bir rüya tasavvur et ki, her gözlerimizi kapadığımız vakit aynı renklerle, şekillerle görünüyor.”

”Aşkı size kalpte doğup ölen bir şey diye öğretiyorlar Kınalı Yapıncak… Ne fena, ne yanlış bir fikir… Aşkın kalple hiç bir alâkası yok… Aşk, yalnız dudaklarda doğup yaşadıkça saadet olur. Onun dudaktan kalbe zehir gibi işlemesine meydan vermemeli… Ben, çiçeklere ”toprağın aşkı” derim Kınalı Yapıncak… Onlar da toprağın dudağında birer öpüş olarak açılığ sönüyorlar… Hangisi toprağın kalbine girmeyi düşünüyor?”

– Aziz ahbap için ne güzel şeyler düşünüyorsunuz?
– Ne yaparsın evlat!.. İçinde yaşadığımız kibar muhitin nizamı böyle… İnsanın sevdiklerine, dostlarına oyun oynaması yabancıları aldatmasından makul addediliyor…

Nasıl ki kendi canım yandığı zaman da pek ah ü zara kapılmadan felaketi güler yüzle karşılayışım bana onun yadigârıdır.

Mamafih Gülsüm’ün bu hareketi sade inattan değil, biraz da yeisinden ileri gelmektedir. Konakta geçirdiği yedi senelik hayat ona anlatmıştır ki ne kadar koşsa kafi görülmeyecek, daha fazla koşsun diye dövülmeye devam edilecektir. Eh, yenecek kızılcık dallarının yekunu değişmeyecek olduktan sonra boş gayretle neye kendini yormalı?…

Ben aşkı şiirlerde, romanlarda olduğu gibi bir parlak yaz gecesinin mehtabında başlayıp sabahında biten bir rüya addedenlerden değildim. Benim için sevmek bir başka insanın vücudundan, ruhundan bir parça hükmüne girmek, onunla beraber gülüp ağlamak, ıstıraplarını paylaşmak demekti.

hiç değilse çoluk çocuğu ile başını sokacak bir küçük ev parası umuyordu. Fakat günün birinde paradan daha kıymetli bir şey, hamiyetli göğsünü süsleyecek bir altın Osmanî nişanı geldi.

Hatta dilencilerin bile kendilerinden bile daha düşkün meslektaşlarına para verdikleri muhakkaktır;yani Beyazıt’ta dilenip Sultan Ahmet’te sadaka vermek sözü mecazdan ibaret değildir.

Bilhassa Büyük Muharebeden sonra bütün dünyada bir garip uyanıklık oldu.
Şimdi insanlar artık sizin zamanınızın insanları değil. Gözlerin açılması emelleri, hırsları artırdı. Kimse artık kendi halinden memnun olmuyor. Bu cereyan neticesinde eski ahlak kaidelerinin yıkılıp değişmemesine nasıl imkan görürsünüz.

Evet, zavallı memleket, asırlardan beri yeşil gece içinde yaşıyordu. Halk dünyayı hep bu karanlığın arkasında görüyordu. Anadolu’da fikirlerin geri, insanların sefil kalması, işlerin fena gitmesi hep bu yüzdendi.

Çocukların büyük adamlar gibi gizli dertleri,ehemmiyetle sakladıkları izzetinefis yaraları vardı.

“Evvela, fare gibi sandıkta vakit geçiren küçük Vehbi, hakikaten eğlenceli bir fındıksıçanı. Boncuk gibi kara, parlak gözleri, küçük kurnaz yüzü, sivri çenesiyle mektebin en şeytan çocuğu…”

“İçimde sönük bir ümit yok değildi. Çok güzel bulduğumuz için, hiçbir zaman elimize geçmeyecek sandığımız şeylere karşı duyulan o ümitsiz ümit.”

”Dünyada yalnız bir şey ona muhteriz sükûtunu kaybettiriyor, ruhunda heyecana, ihtirasa benzer duygular uyandırabiliyordu: Musîki…”

”Evet, içimde derin sevdalara, büyük ihtiraslara kabiliyet kalmamış… Aşk kalbimden dudaklarıma çıktı… O, artık birini ötekinin unutturduğu buselerle bir nağme, bir tebessüm gibi yalnız dudaklarımda yaşayacak… Fakat belki mesut olmak için de asıl çare budur: Aşkı dudaklarından öteye bırakmamak, zehir gibi kalbe inmesine meydan vermemek.”

Şu beğenmediğimiz, akılsızlığa misal olarak zikrettiğimiz eşeklerin içinde ne filozof kafalılar vardır bilir misin evlat? Yedikleri sopanın miktarı ne olursa olsun revişlerini değiştirmezler.

Cumartesi Yahudisi gibi senin elin iğne, iplik tutmaz mı? 🙂

Hülâsa, insan, sevdiğinden ne kadar uzaklaşırsa onu o kadar sever. “Mecnun, Leyla’yı sevdiği için sahraya çıktı.” derler. Bence hakikât tamamiyle bunun aksinedir. Yani Mecnun’un babası olsaydım, onu elinden tutar, adım adım Leyla’nın peşinde gezdirirdim. İnsanlık icabı Leyla, günde en aşağı kırk, elli türlü zevzeklik, münasebetsizlik, tatsızlık edecek; Mecnun, bunları göre göre bir gün bıkacaktı.

Fakat insanların anlaşılmaz bir mahzunluğu kavradığı, birçoklarının yorgun argın evlerine gittikleri , gene birçoklarının nereye gideceklerini bilemeyecek hüzünle adımlarını ağırlaştırdıkları ve o loş ve bulanık akşam saatleri benim en iyi zamanlarımdı.

Bir kalabalık meclise giren adamda garip bir kuruntu vardır .Bütün o kalabalığı kendine bakmak, boyun bağındaki bir türlü düzelemeyen çarpıklıktan pantolonun dikiş yerlerindeki parlaklığa varıncaya kadar bütün açık gizli ayıplarını aramak için oraya toplanmış sanır, nereye basacağını, ellerini nereye saklayacağını şaşırır. O dakikada o kalabalığı meydana getiren insanlardan her birinin de kim bilir hangi ayıbı saklamak, hangi çorap deliğinin hangi pantolon paçasından, hangi içine kıvrılmış kirli gömlek kolunun hangi ceket kolundan fırladığını görmek kaygısı ile kendinden başkasını göremeyecek halde olduğunu düşünmez, hele bu insanlardan birçoğunun kim bilir hangi korku veya utancı bastırmak için yüksek sesle gülüp şakalaştığını hiç anlayamaz.

Sponsor Reklam
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ