Knut Hamsun Sözleri
Norveçli bir yazar olan Knut Hamsun Açlık romanın yazarıdır. Yazarlıkta kullandığı adı aslında gerçek adı değildir. Bu yerleştiği köyden alarak yazın hayatında kullanmıştır. Hayatı boyunca sürekli çeşitli işlerde çalışmış aynı zamanda yazı yazmaya da başlamıştır. Daha sonrasında ise ABD’ye gitmiştir. İstediğini alamayınca geri Norveç’e dönmüştür. Açlık romanı ile ünlenmiş ve bu başarının sonucunda yazarlıktan hayatını kazanmaya başlamıştır. Knut Hamsun Kitapları sanatsal değere sahip ve oluşturduğu karakterler insanın doğasına dokunacak kadar trajedi yaşamlara sahiptir. Kütüphanenizden bulunması gereken yazarlar arasında yer almalıdır. Knut Hamsun Şiirleri düz yazı biçimindendir. Knut Hamsun yazıları ise ölümünden sonra değerlenmiş ve yaşarken kıymeti anlaşılmamıştır. Knut Hamsun resimli sözler ve Knut Hamsun facebook kapak fotoğrafları sitemizde yer alan galeri bölümünde bulunmaktadır. Dilediğiniz gibi paylaşabilir ve bu adamın güzel sözlerinden başkalarınında fayda etmesini sağlayabilirsiniz.
Öyleleri vardır ki, ufak tefek şeyler onları yaşatır da sert bir söz onları öldürür. Ben öyleyim işte. Sorun şu: Yoksulluğun bendeki bazı özellikleri o derece keskinleşmiştir ki, bunlar benim başıma adeta dert açar, evet, ne çare, böyle bu! Ama faydaları da vardır bunun, bazı hallerde bunların bana yardımları dokunur. Yoksul aydın, zengin aydından çok daha kuvvetli görür. Yoksul, her sözcüğü kuşkuyla dinler; attığı her adım, onun düşünce ve duygularına böylece bir görev, bir iş yüklemiş olur. Onun kulağı deliktir, duygusu ince; o tecrübelidir, ruhu yanık yaralarıyla doludur
Yoksulun zekası zenginin zekasından çok daha keskin gözlemcidir. Yoksul, attığı her adımda etrafına bakınır, insanlardan duyduğu her söze şüpheyle kulak kabartır. Böylelikle her adım onun düşüncesine ve duygularına bir iş, bir görev yükler. Fakirin kulağı delik, duyarlığı yüksektir. O görmüş geçirmiş bir adamdır, ruhunda yanık yaraları vardır.
Tanrı, parmağını sinir şebekeme sokmuş, tedbirli, sadece üstünden, telleri birazcık karıştırmıştı. Tanrı, parmağını geri çekmiş, sinirlerimin ipince telleri, kökleri bu parmakta kalmıştı. Tanrının parmağı, geride bir de delik bırakmıştı, bu parmağın geçtiği yolda, beynimde yaralar kalmıştı.
İnsanın birazcık ekmeği olsa! Sokaklarda ısıra ısıra gidebileceği, bir küçük nefis çavdar ekmeği! Hem yürüyor, hem de bu en iyisinden çavdar ekmeğini hayal ediyordum; şimdi yemesi ne hoş olurdu! Açlık iflahımı kesiyordu; ölmeyi, yok olmayı özledim, duygulandım, ağladım. Sefaletim bitip tükenmek bilmiyordu! Ansızın sokağın ortasında durdum, vurdum ayağımı yere, bastım küfürü.”
Tanrı’nın ilk sözüdür aşk, Tanrı’nın zihninde beliren ilk düşünce. Tanrı “Nur olsun!” deyince, aşk doğdu. Tanrı yarattığı bunca şeyi olduğu gibi bıraktı. Ve aşk, dünyanın kaynağı, dünyanın sultanı oldu; ama aşkın yolları çiçek ve kanla doldu, çiçek ve kanla doldu.
Üfff çekingen insanlar ne zor! Onların yanında her şeyi bizim yapmamız, bizim söylememiz gerek.
Bütün umutlar yittiyse, her şey bitti demektir.
Beni azbuçuk rahatsız eden şey, yemekten tiksinmeme rağmen, açlıktı.
İşte bu cânım dakikanın da canına okunmuştu!
Yumruğunu yemedikçe kimsenin bırakıp gitmediği o garip şehirde, Kristiania’da
aç sefil sürtüyordum o günlerde…
İnsan nasıl olur da ortaçağda vicdandan bahsedebilirdi ?
Ben seni gömdüm Eva, mezarının kumlarını saygıyla öptüm. Seni düşündükçe içimden dolgun, pembe bir hatıra geçiyor,gülümseyişini düşündükçe üzerime Tanrı’nın rahmeti serpiliyor. Sen herşeyini verdin, her şeyini verdin sen, kendini hiç zorlamadan, çünkü gerçek hayatın memnun mutlu çocuğuydun sen. Ama benden bakışlarını bile esirgeyen ötekiler, benim bütün düşüncelerime sahip çıkabiliyorlar. Niçin? Bunu on iki aya, denizdeki gemilere sor, gönüllerin esrarlı Tanrısına sor…
Bulutsuz, berraktı gökyüzü,benim de gönlüm gölgesiz.
“Okumak doldurur, konuşmak hazırlar, yazmak ise olgunlaştırır.”
Ve öfke, içimde patlak verdi, alev alev ve hoyrat. Paketimi aldım; dudaklarımı kemiriyor, kaldırımda yürüyen sessiz, sakin insanlara çarpıyor, özür dilemiyordum. Bir bey, durup da kabalığımdan ötürü biraz sert söylenince geri döndüm. Kulağına manasız bir kelime haykırdım, burnuna yumruğumu dayadım; sonra dizginleyemediğim kör bir hiddetle kaskatı yoluma devam ettim. Adam bir polise seslendi. Ve ben daha ne isterdim, bir an elime bir polis geçirmekten gayrı? Polisin yetişebilmesi için mahsus adımlarımı yavaşlattım, fakat gelmedi. Bir insanın, en candan, en hararetli bütün teşebbüslerinin yüzde yüz neticesiz kalmasında bir hikmet var mıydı, neydi? Niçin 1848 yazmıştım? Bu musibet senenin benimle ilgisi neydi? Yürüyordum; açlıktan bağırsaklarımdan gurultular geliyordu. Gün sona ermeden biraz olsun yiyecek bulacağım hiçbir yere yazılmamıştı. Bu iş böyle uzadıkça kafaca, vücutça o nisbette boşalıyor, dürüstlükten her gün biraz daha uzaklaşıyordum. Utanmadan yalan söylüyor, fakir fukaranın kirasını iç ediyor, hatta başkalarının battaniyelerine sahip çıkmak gibi alçakça düşüncelere kapılıyor, bütün bunları bir pişmanlık, bir vicdan azabı duymadan yapıyordum. İçimi çürük lekeler kaplıyor, gittikçe genişleyen siyah mantarlar sarsıyordu. Ve Tanrı beni göz altında bulunduruyor, göçüşümün konulu kurallara uygun, yavaş ve sürekli, zaman ölçüsünü hiç bozmadan olacağımı önceden biliyordu. Ama cehennemin dibinde zebaniler beni bekliyordu, çünkü büyük bir günah, Tanrı’nın beni, insaf ve hakkaniyetinden mahrum edeceği affedilmez bir günah işlemem kaçınılmazdı.
“Uzun zaman aç kalmış birine sizce ne yedirmeli? Ölüm kalım sorunu. Midesi biftek kaldırmıyor.”
Adam şaşırdı : ” Süt iyi gelir derler,” dedi. ” Kaynamış süt! Kimin için sordunuz?”
Yoksulun zekası zenginin zekasından çok daha keskin gözlemcidir.Yoksul,attığı her adımda etrafına bakınır,insanlardan duyduğu her söze şüpheyle kulak kabartır.Böylelikle her adım onun düşüncesine ve duygularına bir iş,bir görev yükler.Fakirin kulağı delik,duyarlığı yüksektir.O görmüş geçirmiş bir adamdır,ruhunda yanık yaraları vardır.
Bulutsuz, berraktı gökyüzü,benim de gönlüm gölgesiz.
İçimi çürük lekeler kaplıyor, gittikçe genişleyen siyah mantarlar sarıyordu. Ve Tanrı beni göz altında bulunduruyor, göçüşümün konulu kurallara uygun, yavaş ve sürekli, zaman ölçüsünü hiç bozmadan olacağımı önceden biliyordu.
Akşamın alacakaranlığında ümitsiz yankılanan kendi sözlerim, dokundu bana; ağlamaya başladım. Rüzgar esiyor, gökte bulutlar hızla kayıp gidiyorlar, karanlık bastıkça serinlik artıyordu. Cadde boyunca hem yürüdüm, hem ağladım; kendime gittikçe daha çok acıyordum; defalarca tekrarladığım birkaç kelime, bir feryat, diner gibi oldukça gözyaşlarımı yeniden akıtıyordu: ”Rabbim, Allah’ım ne kadar bedbahtım! Rabbim, Allah’ım ne kadar bedbahtım!”
Açlığın kemirişleri dayanılmaz bir hal alıyor, bende rahat huzur bırakmıyordu. Karnımı hiç değilse böyle doyurayım diye, hep yeni baştan tükrüğümü yutuyor, faydasını göreceğe de benziyordum.
Bütün ömrüm bir mercimek çorbasına fedadır.
“Sen üzgün olduğun anlarda ben ağlardım burda ve sen uykulara dalınca ben tatlı rüyalar üflerdim uykularına.”
“Çektiğim kahırlar beni gittikçe vurdumduymaz yapıyordu.”
“Bir insanın, en candan, en hararetli bütün girişimlerinin yüzde yüz boşa gitmesinde bir hikmet var mıydı, neydi?”
Rasgele bir kalem için bu kadar yolu yürümek aklıma bile gelmez. dedim. Ama
kalem bu olunca iş değişir, bu başka. Değersiz bir şey gerçi, fakat benim şu
yeryüzündeki mevkiim aşağı yukarı bu kalem sağladı; hayattaki yerimi ben
adeta ona borçluyum.
Islak üstümle yatağa girdim; belki bu gece ölürüm,diye belirsiz bir düşünce vardı zihnimde; gövdemde kalmış son gücü, yatağa biraz çekidüzen vermeye harcamıştım ; sabaha az çok düzgün görünsündü çevrem. Ellerimi katladım, yerimi buldum.
Yalnız delifişek gençler kulübeden kulübeye sokularak uyku vaktini geciktirir, kendilerine asıl faydalı şeyin ne olduğunu bilmezler.
Ve karanlık çepçevre etrafımda pusudaydı; her taraf sessizdi, her şey sessiz.Ama yukarda ebedi musiki, hava, asla susmayan uzak ve sessiz uğultu devam ediyordu. Bu sonsuz, hasta mırıltıya uzun müddet kulak verdim; derken zihnim bulanmaya başladı; şüphesiz, üzerimde yuvarlanan, dünyaların senfonisiydi bu;bir şarkıya bağlamış yıldızlardı…
“Ben üç şeyi seviyorum” diyorum sonra. “Vaktiyle gördüğüm bir aşk rüyasını seviyorum, seni seviyorum, şu toprak parçasını seviyorum. ”
Möller caddesinde bir lokantanın önünde durdum, içerde kızartılan taze et kokusunu içime çektim. Elimi kapı tokmağına götürmüş, işim olmadığı halde rastgele içeri giriyordum ki, tam vaktinde aklım başıma geldi, uzaklaştım.
Camın az bulunur ve camgöbeği renginde olduğu bir çağ vardı eskiden, nadir şeyler çağı olan eski zamanlar kutlu olsun!
Hay Allah, sen bilirsin ! Gel de yaşa bu aptallar içinde !
Uzunca zaman aç kalsam beynim azar azar dışarı akıyor, kafamın içi
boşalıyordu sanki! Bunu açıkça hissetmiştim. Başım hafifliyor, yok oluyor ve
ben onun ağırlığını omuzlarımda artık duymuyordum. Birisine bakacak olsam,
gözlerimin alabildiğine açıldığı hissi beliriyordu içimde.
İnce kibar konuşmasını bilmeyen, delişmen, geveze, enikonu sıradan bir Kristiania kızı olmasına rağmen, her sözü beni kendimden geçiriyor, şarap damlaları gibi içime vuruyordu.
Islak giysilerimle uzandım. Belki geceleyin ölürüm diye karanlık bir düşünceye kaptırmıştım kendimi. Onun için son gücümü yatağımı bir parça düzene koymaya harcadım; böylelikle sabaha çevrem biraz derli toplu görünsün istiyordum. Ellerimi kavuşturup ölme pozunu takındım.
Yazar her zaman şeyleri kapsayan o titreşik sözcüğü bulmalıdır… Bir sözcük bir renge, ışığa, kokuya dönüştürülebilir.
İnsan fazla kibrinden dolayı ölebilirdi.
“Lütfen,” dedim. “Köpeğim için bir kemik verir misiniz? Bir kuru kemik, varsın üzerinde hiç et olmasın; ağzına almaya bir şey olsun yeter!”
Hiç dudaklarınız konuşmanızı engelleyecek kadar titredi mi sizin?
Ve karanlık çepçevre etrafımda pusudaydı; her taraf sessizdi, her şey sessiz.
Ama yukarda ebedi musiki, hava, asla susmayan uzak ve sessiz uğultu devam
ediyordu. Bu sonsuz, hasta mırıltıya uzun müddet kulak verdim; derken zihnim
bulanmaya başladı; şüphesiz, üzerimde yuvarlanan, dünyaların senfonisiydi bu;
bir şarkıya bağlamış yıldızlardı…
“Ben orada burada sürtmek, başıma buyruk olmak, önüme çıkan işi yapmak, kırda bayırda yatmak, kendi kendim içinde bir bilmece gibi kalmak istiyordum.”
Bazen de otlara bakarım, otlar da belki bana bakarlar, olamaz mı?
Ayrıca, başkalarından daha namuslu yaşamaya mecbur muydum sanki; sözleşmem mi vardı benim…
Ya Düğmeler Düğmeleri denememiştim daha !!!
Kanepede oturmuş, bütün bunları düşünüyor, sürüp giden eziyetleri yüzünden Tanrı’ya gittikçe daha çok hırslanıyordum. Istırap çektirmekle, karşıma engel üstüne engel çıkarmakla beni kendisine yaklaştıracağını, yola getireceğini sanıyorsa aldanıyordu; bunu ona temin edebilirdim. İnadı karşısında ağlamaklı, başımı göğe kaldırarak bunu ona, sessizce,ilk ve son defa söyledim.
Bugün acaba beni mutlu edebilecek bir şey var mı…
Namuslu olmanın bilincine varmak beynimde belirginleşiyor; karakterli birisi olmak, gemi kalıntıları üzerinde oraya buraya kulaç atan insanların oluşturduğu çalkantılı bir denizin ortasında bembeyaz bir fener kulesi gibi durabilmek düşüncesi içimi yüce duygularla dolduruyordu.
Bazen de otlara bakarım, otlar da belki bana bakarlar, olamaz mı?
Uykuyla savaşıyor, düşünüyor, anlatılmaz acılar çekiyordum.Küçük bir taş bulmuştum, üstünü temizleyip dilimin üzerinde bir şey bulunsun diye ağzıma attım.
Gözlerimi açınca, eski alışkanlık, bugün için bir ümit var mı diye düşünmeye başladım.
Servetimi saydın yeniden: Bir yarım çakı, bir demet anahtar; fakat tek metelik yok.
Tapılacak bir kadındı. Bir evliyayı bile şeytan yapacak kadar şirindi, yabani ipek rengini andıran gözleri, amberden kolları vardı. Bir bakışı, karşısındakini bir öpücük gibi baştan çıkarırdı. Sesi kadehe dökülen şarap gibi ta kalbime inerdi.
İnsanlar, hayvanlar, kuşlar! Ormanlardaki bu ıssız gece şerefine, yaşa diye bağırınız. Karanlığın şerefine, ağaçların arasındaki Tanrı fısıltısı şerefine, yeşil yapraklar ve sarı yapraklar şerefine: “Yaşa! ”
Yüsek sesle dünyanın bütün güçlerine cehennem azapları diledim.
Ey yerin göğün sahibi! Bana mutlu bir saniye ver; uğruna ömrümün bir gününü feda edeyim! Bir tabak mercimek yemeğine ise bütün ömrümü!
Fakat yine durdum. Aklın almayacağı kadar zayıf olmalıydım. Gözlerim çukura batmış, kafamın içine gömülmüştü. Yüzüm nasıldı acaba? İnsanın, henüz yaşarken, sadece açlık yüzünden çirkin, korkunç biçimlere girmesi, çok rezil bir şeydi, çok rezil! İçimde o çılgınca öfkeyi yeniden hissettim; son parlayış, son deprenişti bu. Allah’ım, bu surat ne böyle? Memlekette eşi benzeri bulunmayan bir kelle götürüyor, Allah’ım, bir hamalı tuzbuz edecek güçte bir çift yumruk taşıyor ve Kristiania şehrinin göbeğinde, suratım suratlıktan çıkacak kadar açlık çekiyorum! Ne işti bu! Bir beygir gibi, ha babam, kendimi zorlamış, gece gündüz, gözlerim önüme akıncaya kadar okumuş, çalışmış, beynimdeki zekâyı açlıklara akıtmıştım! Ne geçmişti, lanet olsun, elime? Sokak sürtükleri bile, bu manzaradan kendilerini koruması için Tanrı’ya yalvarıyorlardı. Fakat artık buna bir son vermek gerek… Anlıyor musun? Son vermek gerek, şeytanlar görsün yüzümü!.. Sürekli büyüyen bir öfkeyle; bitkinliğime içerleyip, dişlerimi gıcırdatarak, ağlaya küfrede, sendeleye tökezleye yürüyor, yanımdan geçenlere dikkat bile etmiyordum. Kendime işkence etmeye başlamıştım yeniden. Alnımı bile bile sokak fenerlerine çarpıyor, tırnaklarımı avuçlarıma batırıyor, düzgün konuşamadım mı, öfkemden kudurarak dilimi ısırıyor, canım yandıkça, deliler gibi yürüyordum…
Ellerimi dizlerime vurarak deli gibi gülüyordum. Ancak gırtlağımdan tek ses bile çıkmıyordu. Gülüşlerim dilsiz ve bitkindi, ağlamak özlemiyle doluydu.
Böylesine aydınlık bir günde ne olurdu insanın yanında bir parçacık yiyeceği de bulunsaydı?
Bahtımın hep kapalı oluşuna sebep neydi? Yaşamak, başkaları kadar benim de hakkım değil miydi?