Kemal Sayar Sözleri
Kendisi bir psikiyatri uzmanı olmasına rağmen daha çok edebiyatçı kimliği ile göze çarpmaktadır. Kemal Sayar Sözleri motivasyon sözleri olarak geçer. Aynı zamanda Kemal Sayar kitapları bireysel yalnızlık, modern çağın bunalmaları ve hayatın üzerine yazılmış, çizilmiş bir çok konuya değinmektedir. Kemal Sayar Şiirleri “ Ruknettin Kalbi İçin Kehanetler” şiiri mükemmel bir incelik ve güzellik barındırmaktadır. Kariyerinde ciddi bir başarıya ulaşan Kemal Sayar hala başarılarına ve mesleğine devam etmektedir. Aynı zamanda Kemal Sayar Yazıları bir çok insan tarafından ilgi ile takip edilmektedir. Onun yazdığı eserler dikkat çekmekte bir çok insan tarafından irdelenmektedir. Kemal Sayar resimli sözler ve Kemal Sayar facebook kapak fotoğraflarını aşağıda yer alan galeride bulabilirsiniz. Bu galeride yer alan sözleri ve resimler sevdiğiniz insanlarla paylaşarak göze çarpan durum güncellemeleri ile farklı bir profil çizebilirsiniz. Bize destek olmak ve başkalarına da fayda sağlamak adına bu söz ve resimleri sosyal medya hesaplarından paylaşabilirsiniz.
Toplumdan, köklerimizden, geleneklerimizden koparıldığımız için yalnızız ve yalnız insan endişe eder. Bu endişeyi gidermek için olabildiğince çok şeye sahip olmak isteriz.
“Şükür ki insandan insana fark var,” diyor şair, şükür ki birbirimizden öğrenebileceğimiz şeyler var. İyi ki üzerine titrediğimiz bir vatanımız ve kalpten kalbe giden bir yol var.
‘Haydi ben bensiz geleyim, sen de sensiz gel’ demiş Mevlana. Önyargısız bir buluşma, gerçek bir dinlenme için bundan daha iyi bir reçete düşünemiyorum.
”O an için bize dert veren şeyin yarın bize kuvvet vermiş olduğunu fark edebiliriz.”
“Neyi arıyorsan sen osun,” demişti Mevlana. Bir ilave yapmama izin verilsin. Nereye bakıyorsan sen osun. Nasıl bakıyorsan sen osun. Ve aynı zamanda sen bakamadığın, gözlerini kaçırdığın şeyin de ta kendisisin.
Bir arkadaşım, Türkiye’de pek çok insanın çalışmak için can attığı büyük bir firmada üst düzey yöneticiydi ve azımsanmayacak bir maaş alıyordu.Ne ki şirket onun bütün ruhunu emiyor, geriye bir insan posası bırakıyordu.
Doğu ve batı’yı çayla olan münasebetlerinden de okuyabilirsiniz. Poşet çay batinin bireyci vurgusuna hayli uygun bir mamüldür, onu yapmak için ne zahmetle ne ustalığa gerek vardır, fonksiyonaldır ve bir sohbetin hamisi olamayacak kadar soğuktur. Oysa doğuda çay içmenin bir âdâb-ı muâşereti vardır, o yüzden demlenen çayın üzerine titrenir, çay içmek bir şölene dönüşür ve sohbet koyulastıkça çayın lezzeti artar. Doğu, çaydaki burukluğa meftundur, o buruklukta ruh iklimiyle imtizaç edecek bir şey bulur; oysa Batı, o burukluğu gidermek davasındadır. Sütlü çay çayın aslî tabiatına müdahaleden başka bir anlama gelmez
Gözleriniz madam!
Gözlerinize bakıyorum da;
Sanki bir yangın yeri!
Yüzünüz talan edilmiş bir imparatorluktan kalmış gibi!..
Bir şair oturmuş o iki kaşın arasına,
Tüten dumana ve akan kana bakmaksızın!
Aldırmaksızın parlayan (patlayan) bombalara, şiir söylüyor gibi…
İşkoliklik, kişinin kendisine sevdalanmasının değişik bir örneği olarak genç profesyoneller arasında yükseliyor.Hayatın ritimlerini pazarın ritimlerine ayarlayan, ancak paraya tahvil edilebilen değerlere önem atfeden yeni bir benlik, küresel rüzgarla birlikte dünyaya yayılıyor.
Kişi kendi kalbine olan yolculuğunu tamamlandığında, herkesin kalbinde kendini bulur.
Sessizlikle iyileştirilmesi gereken anlar vardır. Bazı anlar sadece susuşla onarılabilir: sadece susmak o andaki çaresizliği, dehşeti ve öfkeyi giderebilir.
Özgürlük için yapmamız gereken şey aslında basittir: Arada, kapsama alanı dışında olmak. Sevgiliyi özlemek. Ona mektup yazmak. Uzun zamandır görmediğiniz dostları çat kapı ziyaret etmek. Bir kitabı, bir anı, bir sohbeti bölmeden yaşamak. Hayatın akışına kapılmak. Sessizliğe kulak vermek.
Niceliği çoğaltacağına niteliği yoğunlaştır. Aşkı yeniden icat edercesine sev. Dünyayı ürkütmeden sev, aşkı gürültüye boğmadan sev.
Sevmeyi bilenler için, ayrılık yoktur.
Anne babaların çok uzaklarda ve hep meşgul olduğu evlerin yalnız çocukları, duygularını yerli yerince düzenlemeyi öğrenemeden büyüyor.Modern hayat bize ilişkinin değil işin öncelikli olduğunu telkin ediyor.
Kimse size iyi bir anne olduğunuz için aferin demez, ama iyi yazarlar, iyi doktor veya iyi öğretmenler aferin alır.Tuhaf şeydir, işlerimiz bize bir kimlik verir ama annelik veya babalık vermez.Yine de pek çok anne bebekleriyle geçirdikleri o rüya anlarını hiçbir şeye değişmek istemez.
Kişisel hayatımızın ayrıntılarını yabancılara açarak onların güvenini kazanmak istiyoruz, karşılığında onların da kendi hayatlarını bize açmalarını bekliyoruz.
”Her şey çok hızlı gerçekleştiğinde” diye yazmıştı Kundera, Yavaşlık adlı romanında, ”Kimse hiçbir şeyden emin olamaz, kendisinden bile.” Telaş, hayatı daha da yüzeysel kılar.Hız hayatı eksiltir.
İnsanlar bir gülüşün ardına sığınıyor çünkü dünyanın karmaşasıyla yüzleşmekten korkuyorlar.
Bir sufi sözünde söylendiği gibi, Her arayan bulamaz, ancak bulanlar yalnızca arayanlardır.
insanların öykülerini dinliyorum. dün birbirini sevenler, bugün birbirini boğazlıyor.dün mutlu olanlar bugün mutsuzluktan yakınıyor. dün sevgili olanlar bugün birbirinden nefret ediyor. her şey zeval buluyor.kimse sonsuzluk ülkesinin padişahı değil.belleğimizde ufak tatlar kalıyor.bir gülümseyiş, birkaç dize, birkaç an, birkaç fotoğraf.
Küsmek, boyun eğmeyi reddetmektir. ‘Gücüm sana yetmiyor; seninle dövüşemem, ama sana tabi olmayı reddediyorum” diyebilmektir.
Söz, sükutla taçlanmıyorsa, yerlere düşüyor. Bir ruhtan çıkıp başka ruha değiyorsa, sözün anlamı var.
Samimiyet ruhun özgürlüğüdür. O da ben de o kadar içten, o kadar yapmacıksız, o kadar kendimizdik ki. Ona insanın bu dünyada bedeniyle değil, sadece ruhuyla var olduğunu söyledim. Sadece ruhumuzda taşıdığımız mücevherlerin bizi başka insanlardan farklılaştırdığını, akledebilen kalbin ne büyük bir bağış olduğunu.
Onu anladım. O beni anladı. Odadan çıkarken gözyaşları dinmişti. Benimse başım dönmüş, sersemlemiştim. ‘Biraz yağmur’ diye mırıldandım, ‘kimseyi incitmez’…
Gönülde olanı yere düşürme. Sessizce sev. Usulca. Kainatı telaşa vermeden. Melekleri ürkütmeden sev.
Bizim yüzümüz kızarır, madam! Söylemeyiz..
Biz uzaktan sevmelerde birinciyiz. Genç kızlara başlarımızı çevirip bir bakamayız. Bir bakarsak usulca elimizden kayarak parçalanır kristal gençliğimiz. Biz kristal gençleriz madam, kolayca tuz buz oluruz..
“Çocuklarımıza sunabileceğimiz en değerli hediyeyi esirgiyoruz onlardan: Zaman… ”
sevilen nesne kem gözlerden sakınılmalıdır.
muhabbet ve merhamet yoksa, ahlak yoktur. insana sadakat, toprağa sadakat, gerçeğe sadakat. ticari ve politik propagandanın her şeyi kirlettiği çağda, sahih ve halis olana sadakat. insanlığın kadim hikayelerine sadakat.yitirdiğimiz ahlakı bulmak için daha iyi bir kılavuz var mı?
Bu ülkenin bütün kÖzsaygısı düşük olan babaların çocukları üzerinde gösterdikleri olumsuz etki, kendisiyle barışık olmayan annelerin olumsuz etkisinden daha fazladır.Ayrıca ebeveynler arasındaki çatışma boyunca, baba-çocuk bağı daha soğuk, daha kolay bozulabilir nitelikte görünmektedir.ırılgan insanları, zalim bir dünyada zalim insanlar olmayı seçmedikleri için kırılgandırlar. Anlatacak bir hikayeleri olduğu için, esen rüzgar onlara dokunduğu için, insan oldukları için kırılgandırlar.
dünyanın gelip geçici olduğunu, maddi olan her şeyin zevale doğru yol aldığını, hasılı kelam, faniliği ruhun en ücra hücrelerinde hissetmeyen bir insan, kendisini nasıl dindar olarak tanımlayabilir? güzelliği baş tacı etmeyen, hayatı bir huşu ve haşyet duygusuyla taçlandırmayan kişi, bize dindarlığının alameti olarak neyi gösterebilir?
”O an için bize dert veren şeyin yarın bize kuvvet vermiş olduğunu fark edebiliriz.”
İşyerinde herkes anonim, teknoloji insanları işyerinde yalnızlaştırır.Bilgisayarının içine gömülmüş onlarca kafa geniş bir salonda hiçbir mahremiyetleri olmaksızın çalışır.Çabuk iletişimin ve e-maillerin gayrişahsi doğası, insanları yalıtır ve yabancılaştırır.Aşırı çalışma ve her an küçülme tehdidi stres yaratır.Ve nihayet, buradan benmerkezli bir popüler kültür üretilir, artık iyiliğin adap ve erkanı değil, yükselme arzusunun zalimliği iş başındadır.
Evet, dost elinden gel olmayınca gidilmez; ama bir hanede çay demleniyorsa, bir gün oraya da gidilebilir, konuşulabilir, anlaşılabilir demektir. Türkiye, çayın demlendiği her yerdedir.
Mutluluğun bir hapla başarılabileceği düşüncesi, insandaki mücadele ve mukavemet azmini törpülüyor.Böyle bir hapla dönüşsek ve mutlu olsak bile, geride anlatabileceğimiz bir öykü kalmıyor. ‘Bunu ben kendi gayretimle yendim.’ diyebileceğimiz bir anlatı oluşmuyor
Bilge romancı Soljenitsin, ‘Ele geçirerek değil, ele geçirmeyi reddederek’ insanlığa ulaşabileceğimizi söylüyordu.Hep daha fazlasına ulaşmak için çabalamak yerine, sahip olma yarışından çekilerek, paylaşarak, vererek.
İnsanın kendine duyduğu sevda, geçiciliği yani sonluluk ve ölümü kabul ederek de dönüştürülebilir.Ölümün kabuluyle, dirimin daha zengin bir duygu ve deneyimine ulaşırız.Ölümle yüzleşebilenler, hayatlarına derinlik ve anlam katabilen insanlardır.
Kadim zamanlardan beri ruhumuza üflenen bir öğreti: ‘Kendini bil.’ Çünkü insan kendini ve haddini bilmekle göklere yükselir.
Beni sessiz de sevebilir misin?
Araya dünya sözleri karışmadan.
Duyabilirim seni hiç konuşmadan:
Özgürlük için yapmamız gereken şey aslında basittir: Arada, kapsama alanı dışında olmak. Sevgiliyi özlemek. Ona mektup yazmak. Uzun zamandır görmediğiniz dostları çat kapı ziyaret etmek. Bir kitabı, bir anı, bir sohbeti bölmeden yaşamak. Hayatın akışına kapılmak. Sessizliğe kulak vermek.
Büyüdükçe yalnızlaşırız.
Salman Sayyid’in ifadesiyle, “Batı’nın yaptığı en büyük hile, neyin iyi neyin kötü olduğunu ancak kendilerinin bildiği konusunda dünyayı ikna etmeleridir.”
Bir gün sizde hüzünle bakacaksınız kalbimin içine. Orada yenilenmiş bir şarklıyı göreceksiniz .Biz şarklılar, yani Allah’a inananlar, oruç tutanlar ve asla konuşamayacakları kızlara aşklananlar.
Hep yenildik!
Farklı mağlubiyetlerden kuruldu bizim tarihimiz..
Sevmek için zaman ayırmak gerekir. Bilmek için zamana ihtiyaç duyarız. Güzelliği ancak zaman ayırarak fark ederiz. Zamanla olgunlaşırız. Lütfen yavaş gidiniz.
Modern dünyada istenmeyen, hayal kırıklığı yaratan her seçim, hatta umulduğu kadar hız vermeyen her olumlu yaşantı bile, kişinin kendi kendisini suçlamasına yol açmaktadır.Kişi, tercih etmediği imkanlar ve kaçırdığı fırsatlar yüzünden pişmanlık duymakta, refah ve bolluğun ortasında mutsuz ve tatminsiz kalmaktadır.
Sessizlik sözün tacıdır. Susmak ve dinlemekledir ki, ana katılırız.
Hız uyuşturuyor.Artık her yerde ve hiçbir yerdeyiz.Aslında bütün varlığımızla bir yerde değiliz, parça parça orada ve buradayız.Anlaşmak için zaman gerekir, zaman ve mekan.Konuşmanın yanında susmak da gerekir, birbirinin söylediğine dikkat kesilebilmek, kalbini dostunun kalbine yaklaştırmak gerekir.
Romanın ahlaki meseleleri yok artık; roman ‘kalbin kendi çelişkileri’ nden beslenmiyor. Dostoyevski kahramanlarının o yakıcı varoluşsal meseleleri, insanın özünün sorgulandığı o peygamberi söylem bir kenara bırakıldı. Varsa yoksa şaşırtmaca ve kurgu, varsa yoksa mühendislik! Her şeyin ruhunu kaybettiği bir çağda, romanı eğlencelik bir televizyon dizisinden ayıran özellik kayboluyor ve edebiyat, ruhu ve meselesi olmayan, edebi metni oyuncağa çeviren, egoperest oyunbazların elinde can çekişiyor.
Bize , sihirli sözcükleri fısıldayan insanlar değil , fazilet sahibi önderler gerek …
Hayatın her alanında gittikçe daha çok seçim fırsatına sahip olmak, aslında fark ettiğimizden daha çok kaygı yaratıyor.Seçmek zorunda kalmak bazen iradeleri felç ediyor.Bolluk, seçmeye harcanan mesaiyle yakın insan ilişkilerinden çalıyor.Böylece özgürlüğün köleliğine yakalanmış oluyoruz.
Unutmak ; bizi her şeyin geçici olduğu hissinden koruyor ve insanın hayatından bilgece bir ders çıkarmasının önüne geçiyor .
Günümüzün aşkları görünmek istiyor. Kıyıda köşede gizlenmek istemiyor, bilinmek, ilan edilmek, ses çıkarmak istiyor. Özlemek istemiyor aşık, hemen kavuşmak istiyor, sevdiğini her an kapsama alanında tutmak, hapsetmek, boğmak istiyor. Aşk, beklemeye tahammül etmiyor.
Sormak düşünmektir; düşünmekle, dünyayı dönüştürme fırsatı yakalarız. Dünyayı bulduğundan daha iyi biçimde bırakmak, insan olarak hepimizin ödevidir.
‘Sen uçuşu hatırla, kuş ölümlüdür’ demiş şair Füruğ, ölüp gideni değil hiç solmayacak olanı, ölmeyecek olanı, güzelliği hatırla. Ruhuna onu nakşet.
Gözlerimde biriken yaşları tuttum. ‘Hiç doğmamış olmayı dilerdim…’ Varlığın ıstırabı bu kadar saf, bu kadar katıksız, kalbe bu kadar işleyen bir biçimde tarif edilebilir miydi?
Hız yapmak bize zaman kazandırmıyor. Hızla birlikte daha uzak mesafelere gidiyor ve zamanımızın çoğunu yine yollarda harcıyoruz.
İlişkilerin, aşkların, dostlukların ve hatta sohbetin bile kısa ömürlü ve sanal olduğu dünyada, insanların kendilerini gerçek olarak hissetmeleri zorlaşıyor. Ne dünya ne de kendileri gerçek. Her şey, ‘bir dürbünün tersinden bakıyor gibi’ bulanık.
İyilikle yola çıkan kaybolmaz
Sessiz oturabilir miyiz seninle
aramızda yaprakların hışırtısından
Ve ceylanların hayata çıkışından
başka bir ses olmadan
Allah ikbal sahiplerine ait evlerin duvarını, bazen, uçup oynayan bir küçük serçenin yuvasının korunması için yıkmadan tutar,” demiş bir ehl-i irfan.
“Maç sırasında herkesin ıslıkladığı hakemi, alkışlamaya cesaret edemeyiz…”
Hayatın anlamı sağlayıcıları olarak geleneksel değerler çözündükçe, buna her bireyin kendi dağarından bir cevap üretmesi gerekiyor.Günümüzün ‘küresel mutluluk kültürü’ bize, ‘Ruhundaki iyilik hissine bir bak!’ diyor, ‘eğer keyfin yerindeyse, doğru bir ömür sürüyorsun demektir.’ Kendini iyi hissediyorsan tamamdır! Okey yani.
Bir çalışma, ahbaplık etme tarzında aktif sosyal desteğin, kronik depresyon yaşayan kadınların iyileşmesinde ilaçlar kadar etkili olduğunu gösteriyor.