Jean Baudrillard Sözleri
Simülasyon kavramını oluşturan önemli bir düşünürdür. 1929 yılında dünyaya Reims’de gelmiştir. Meslek yaşamanın ilk tecrübesi Almanca Öğretmenliği olmuştur. Daha sonrasında tavkimler 1966 yılını gösterdiği vakit ise Nanterre Üniversitesinde başka bir arkadaşı ile çalışmaya başlamıştır. Bu dönemde Üçüncü Dünyanın Devrimci Cennetleri adlı bir eseri çevirmiştir. Daha sonrasında ise dünyanın bir çok farklı yerinde seminerler vermiştir. 1990 yıllarında çalıştığı üniversitede de sonunda profesör oldu. Günümüzde popüler olan bir isim ve dünyanın en çarpıcı kişileri arasında. Simülasyon kavramının kurucusu olduğu söylediğimiz yazar kitaplarında belli konuları özenli olarak işlemiştir. Körfez Savaşında ise görüşlerini en çok belirten kişi olmuştur. Kitle iletişim araçları konusunda ki mükemmel yetisi ile göze çarpan bir isim olarak adından söz ettirmiştir.
Ayrıca, edebiyatta akademik çöküşü nedeniyle bugünlerde küçümsenen edebiyat ödülleri sisteminin -evrensen değerler açısından her yıl bir kitabı ödüllendirmek de aslında aptalcadır- modern kültürün işlevsel çevrime uyum sağlayarak nasıl hayatta kaldığını görmek tuhaftır. Başka zamanlarda saçma olan bu ödüllerin düzenlilikleri konjonktürel yeniden çevrimle, kültürel modanın güncelliğiyle bağdaşır hale geliyor. Eskiden bu ödüller kitabı gelecek kuşakların dikkatine sunmak için vardılar ve bu gülünçtü. Bugünse kitabı güncelliğin dikkatine sunuyorlar ve bu etkili. Bu ödüller bugün ikinci soluklarını buldu.
“Bugün artık sadece şu duyguların çekim gücü kaldı: nefret, tiksinti, alerji, iğrenme, hayal kırıklığı, bulantı, antipati, bıkkınlık. Artık insanlar neyi istediklerini bilmiyor. Neyi istemediklerinden daha eminler. Günümüzün süreçleri ret, soğukluk, sevgisizlik, alerji duygusu. Nefret de bu tepkisel boşalmaya, içindekini dışa atmaya yönelik paradigmanın bir parçası: reddediyorum, istemiyorum, uzlaşmıyorum.”
sanat yaşamın bir olumlaması olmalıdır, başka bir yaşam getirmeye çalışmak değil… yalnızca yaşadığımız ve zihnimizi, arzularımızı aradan çıkartıp kendi bildiği gibi davranmasına izin verdiğimizde öylesine mükemmel olan yaşamın ta kendisine uyanmanın bir yolu olmalıdır.
Yoksunluk hiçbir zaman feci değildir; öldürücü olan doygunluktur.
izler artık bir senaryoya indirgenmiş toplumsalın hayatı kaymış okuyucularıyız.
“Herkes, ötekinin her şeyi olmak istiyor. Çünkü asıl soru derinlerde: Ben kendim için ne ifade ediyorum?”
Eskiden insanı ayrıcalıklı kılan şey bilinç tekelini elinde tutmasıyken ,bugün bilinçaltı tekelini elinde tutmasıdır.
“Düşlerin devlet kontrolü altında yaşadığı bir sırada, gerçeklik kendini bir düş sanmaktadır.”
“İnsanlar akıllı makineler yaratıyor ya da düşlüyorlarsa gizliden gizliye kendi akıllarından umut kestiklerinden ya da dehşet verici ve gereksiz bir aklın ağırlığı altında ezildiklerindendir: O zaman bu akılla oynayabilmek ve onunla eğlenebilmek için aklı makinelere hapsederler. İktidarı politikacılara bırakmanın bize her tür iktidar isteğine gülme olanağı tanıması gibi bu aklı makinelere emanet etmek de bizi her tür bilme iddiasından kurtarır.”
Kadın kimden nefret eder en çok ? Demir şöyle demiş mıknatısa: En çok senden nefret ederim, çünkü sen çekersin ama kendine doğru sürükleyemezsin.
Dişil modelde sürüp giden ise tersine, türetilmiş değer, vekaleten değerdir. Kadın yalnızca eril yarışmaya rekabet nesnesi olarak daha iyi girmek için kendisini memnun etmekle yükümlüdür (daha çok hoşa gitmek için kendinden hoşlanmak). Kadın doğrudan rekabete (erkeklerin bakış açısından diğer kadınlarla girdiği rekabetin dışında) asla girmez. Eğer güzelse, yani bu kadın eğer kadınsa seçilecektir. Eğer erkek erkekse diğer nesneler/göstergeler arasında kadınını seçecektir ( ONUN arabası, ONUN karısı, ONUN kolonyası). Kendini memnun etme görünümü altında kadın (Dişil Model) bu “hizmet”in yerine getirilmesinde vekaletle görevlendirilmiştir. Kadının belirlenimi özerk değildir.
Her kişi kendi görünümünü arıyor.
Kendi varoluşunu ileri sürmek artık olanaklı olmadığından, ne var olmayı ne de bakılıyor olmayı dert etmeksizin başka yapılacak bir şey kalmıyor geriye.
“Varım, buradayım” değil; “Görülüyorum, bir imajım, bak bana bak!”
Narsisizm bile değil bu; sığ bir dışa dönüklük, herkesin kendi görünüşünün menajeri haline geldiği bir tür reklamcı saflığı.
Eril model titizliğin ve seçmenin modelidir. Her eril reklam ihtimam ve ödün vermez bir titizlik terimleriyle ifade bulan “deontolojik” seçim kuralında ısrar eder. Modern nitelikli erkek kolay tatmin olmaz. Bu erkek hiçbir zayıflığa izin vermez. Hiçbir ayrıntıyı küçümsemez. Edilgin bir biçimde ya da doğal zarafetle değil, daha çok gösterdiği bir seçicilikle “seçkin”dir (bu seçicilik başkaları tarafından yönlendirilse de, bu başka konudur). Kendini kaptırma ve hoşlanma değildir söz konusu olan, başkalarından ayırt edilmedir. Seçmeyi bilmek ve yanılmamak burada askeri ve püriten erdemlerle eşdeğerdir: uzlaşmazlık, karar, erdem. Bu değerler Romali ya da Cardin’den giyinen şık delikanlının minimum değerleri olacaktır. Rekabetçi ya da seçici erdem. İşte bu eril modeldir. Çok daha derin bir biçimde seçilmenin göstergesi olan seçme (seçen, seçmeyi bilen, tüm diğerleri arasından seçilir) bizim toplumumuzda ilkel toplumlardaki meydan okuma ve rekabet geleneğiyle türdeştir: Seçim sınıflandırır.
Her geçen gün daha çok haber ve bilgiye karşın giderek daha az anlamın üretildiği bir evrende yaşıyoruz.
Asıl baştan çıkarıcı olan baştan çıkarmak mıdır, yoksa baştan çıkarılmak mı? Hiç kuşkusuz baştan çıkarılmak; baştan çıkarmanın en iyi yoludur.
“Herkes Batılı olduğunda, güneş nereden doğacak?”
Gerçek yitirildiğinde düzene saldırmak kaçınılmaz hale gelmektedir.
İçe kapanma, Verborgenheit olarak gündeliklik, dünyanın simülakrı, dünyaya bir kalıtım kandırmacası olmasaydı dayanılmaz olurdu. Gündelikliğin bu aşkınlığın çoğalan imgeleri ve göstergeleriyle beslenmesi gerekir. Gündelikliğin dinginliği, gördüğümüz gibi gerçekliğin ve tarihin baş döndürücülüğüne ihtiyaç duyar. Gündelikliğin dinginliği, yüceltilmek için sürekli tüketilen şiddete ihtiyaç duyar. Bu, gündelikliğin kendine özgü edepsizliğidir. Gündeliklik olaylara ve şiddete pek düşkündür, yeter ki bunlar ona odasında sunulsun. Karikatürize edersek, söz konusu olan Vietnam Savaşı’nın imgeleri karşısında gevşeyen televizyon izleyicisidir. Ters yöne açılan bir pencere olarak TV’nin resimleri bir odaya bakar ve dış dünyanın zalimliği samimi ve sıcak hale gelir, sapkın bir sıcaklıktır bu.
Bireysel tüketimin sınırsız yayılması, toplumsal sorumluluğa ve ahlaka umutsuz çağrı, giderek daha da derinleşen baskılar. Paradoks şudur: Bireye hem ” tüketim düzeyinin toplumsal saygınlığın doğru ölçütü olduğunu” söyleyip hem de ondan başka tip bir toplumsal sorumluluğu üstlenmesi istenemez, çünkü bireysel tüketim gayretinde bu toplumsal sorumluluğu zaten fazlasıyla üstlenmiştir. Bir kez daha tüketim toplumsal bir çalışmadır. Tüketici, bu düzeyde de (günümüzde belki “üretim” düzeyinde olduğu kadar) emekçi olarak görülür ve harekete geçirilir. Bununla birlikte “tüketim emekçisi”nden ücretini (bireysel tatminlerini) toplumsallığın iyiliği uğrunda feda etmesini talep etmek gerekmeyecektir. Milyonlarca tüketici toplumsal bilinçaltlarının bir yerlerinde bu yeni yabancılaşmış emekçi konumunun bir tür pratik sezgisine sahiptir ve bu yüzden kamusal dayanışma çağrısı kendiliklerinden yana olarak yorumlanır; bu plandaki inatçı direnişleri yalnızca politik bir savunma refleksini ifade eder. Tüketicinin “çılgın bencilliği”, bolluk ve refaha ilişkin tüm söyleve rağmen modern zamanların yeni sömürüleni olmanın yoğun bilinçaltıdır.
bilim asla fedakârlık yapmaz,o her zaman için öldürücü nitelikte bir şeydir.
İnsanın yok edilişinin, mikroplarının yok edilişiyle başladığını varsaymak saçma olmaz. Çünkü mevcut haliyle mizaçları, tutkuları, gülüşü, cinselliği ve salgıları ile insanın kendisi de pis bir küçük mikroptan, şeffaflık evrenini bulandıran akıldışı bir virüsten başka bir şey değildir.
Bir katliamın unutulması da katliam türünden bir şeydir.
“İnsanlar artık ihtiyaç duyduğu için tüketmiyor, tüketmeye ihtiyaç duyuyor.”
“Eskiden krallar ölmek zorundaydılar (tanrılar da). Zaten onları güçlü kılan şey de buydu. Günümüzün “krallarıysa” aşağılık bir ölme numarasına yatmaktadırlar. Bunu yapmalarının nedeni “avantajlarını” elden kaçırmama isteğidir.”
Dayanışma rekabete dayalı bir grubun ahlak idealidir.
Mesleki bilgi, toplumsal unvan, bireysel gelişim konusunda toplumumuzun niteliksel boyutlarından biri yeniden çevrimdir. Toplumun bu boyutu herkes için, eğer dışarı atılmak, uzaklaştırılmak, yarışma dışı bırakılmak istemiyorsa, bilgisini, genelde “kullanılabilir bilgi dağarı”nı çalışma piyasasına sunmak zorunluluğunu içerir. Bu toplumsal boyut özellikle işletmelerin teknik kadrolarını ve kısa süreden beri eğitimcilerini hedef alıyor. Dolayısıyla, bilimsel olmak ve her bireyin “dışarıda kalmamak” için uyum göstermek zorunda olduğu sürekli bilgi gelişimi (pozitif bilimler, satış teknikleri, pedagoji vb’deki) üstünde temellenmek ister.
Sömürgecilikten bu yana, farklı olanı ve “öteki”ni yok etmiş olan Batı, artık “aynı”nın aynasında, kendi kendinden üreyen ve türeyen cinsiyet ve zihniyetleriyle birbirinin kopyası olan bireylerin dünyasıdır. Artık “öteki cehennemi”nde değil, kendi cehenneminde yaşayan bu insanın bir diğerinde keşfedebileceği hiçbir şey kalmamıştır; çekici tek şey nesnelerdir…
Tüketim toplumu hareketli bir toplumdur: Geniş nüfus katmanları toplumsal hiyerarşi boyunca hareket eder, üst bir statüye ve aynı zamanda bu statüyü göstergelerle gösterme zorunluluğundan ibaret olan kültürel talebe ulaşır. Toplumun tüm düzeylerinde, “sonradan gelen” kuşaklar kendi gösteriş eşyalarını talep eder. Dolayısıyla kamunun “bayağılık”ını ya da tapon mal talebini karşılamak isteyen sanayicilerin “edebe aykırı” taktiğini suçlamak yararsızdır.
“Artık inanamıyoruz; ama inanana inanıyoruz. Artık sevemiyoruz; yalnızca seveni seviyoruz. Artık ne istediğimizi bilmiyoruz, ama bir başkasının istediğini isteyebiliyoruz. İstemek, yapabilmek ve bilmek eylemleri terk edilmedi ama bir başkasına devredilerek genel olarak ilga edildiler.”
Tarihsel ve entelektüel atıklar, sanayi atıklarından daha büyük ve ciddi bir sorun yaratır. Yüzyıllar sürmüş olan saçmalıkların çökeltisinden bizi kim kuɾtaracak?”
“Ne estetik ne cinsel bir inancımız var ama hala bunlara sahip olmayı öğreniyoruz ve gerçek bir felaket olmayacak çünkü sanal felaket koşullarında yaşıyoruz. Hızla çoğalan aşırı şişen ama doğuramayan bir dünyanın bulantısı bu.”
Tanrılar kendi paylarına düşeni alırlar: İnsanlar da geri kalanı aralarında paylaşırlar.
Artık büyümüyor, ur halini alıyoruz. Hızlı çoğalma toplumundayız; hiçbir belirgin hedefe göre kendini düzenlemeden büyümeyi sürdüren bir toplumdayız. Urlaşan bir toplum, kendi tanımına aldırmadan, kontrolsüz biçimde gelişen ve nedenlerin yitimiyle birlikte sonuçların yığıldığı bir toplumdur.
Bütün alanlarda insandışını bertaraf etmeyi, her şeyi insan yargılarının egemenliği altına sokmayı hedefleyen antropolojik bir bütüncülüğe doğru gidiyoruz. İnsan hakları burcunun etkisiyle hayvanları, doğayı ve bütün türleri genel olarak insanlaştırma, ahlaki bir antropoloji ve evrensel bir ekoloji kurma çabasındayız.
Bir kadın öylesine makyajlı olabilir ki, yok olduğunu anlamayabilirsiniz. Hayat öylesine aldatıcı olabilir ki, bunu hiç fark edemeyebilirsiniz.”
“Bilimkurgu bir büyüteçle gerçeğe yaklaşır, onu birtakım sayılarla abartarak gözümüzün içine sokar.”
Kadın konusunda da ortaya çıkan hayranlık verici yönlendirilmiş “özgürleşme” kısır döngüsü: Kadınla cinsel özgürleşme karıştırılarak, kadın cinsel özgürleşmeyle, cinsel özgürleşme kadın ile etkisiz hale getirilir. Cinsel özgürleşme ile kadın, kadınla cinsel özgürleşme “tüketilir”. Bu bir sözcük oyunu değil. Tüketimin temel mekanizmalarından birisidir.
Artık şeylerin nasıl olup bittiğini görmek istemiyoruz, yalnızca sonucu görmek istiyoruz. Artık geriye kalan yalnız bu. Başarıya ulaşıldığında geriye kalan tek şey eylem; oraya varmanın yolu siliniyor, ilginçliğini yitiriyor.
Medusa öyle kökten bir ötekiliği temsil eder ki ona bakan ölür.
Üniversite insanları anlamını yitirmiş bir değer konusunda umarsızca eğitmeye çalışan bir yer olmayı sürdürmektedir.
Kapitalizm erkeği tehlikesiz hale getirip, ehlileştirmek, bir dolap beygiri yapmak için kadını kullanır.
Burası görünümlerin dünyasıdır – burada görecek bir şey yoktur.
Jean Nouvel: Bir tür mimari “Darwinizm” var: insanın maksimum mekan aşmaya, maksimum mekan kaplamaya çalıştığı, kendini olabilecek en iyi biçimde, ama en az maddeyle yalıtmaya çalıştığı ve bunu yapmış gibi görünmemeye çalıştığı bir evrim.
Jean Nouvel: Serendipçe mi?
Jean Baudrillard: Evet, serendipçe. Kimse bunun tam tanımını bilmiyor… Bir şeyi ararken bambaşka bir şey bulma olgusu.
Hayvanlar ya da vahşiler doğaya bizimkine benzer bir anlam yüklememektedir,çünkü onlar için doğa sınırlandırılmış ,belli alanlara bölünmüş ve herkesin bir diğerininkine girmesinin kesinlikle yasak olduğu yaşam alanlarından ibaret bir şeydir.
Gerçek her zaman için teröristtir.
Bizim çağımız gündelik beslenme harcamalarının olduğu kadar prestij harcamalarının da hep birlikte “TÜKETMEK” olarak adlandırıldığı ilk çağdır…
“Mutluluğa her türlü yakınlık buluğ çağı bunalımlarını depreştirir.”
Bir sistem ,egemenliğini ne ölçüde dayatıyorsa ,insanların düşgücü de onun karşı karşıya kaldığı başarısızlıklardan o ölçüde etkilenmektedir.
Tükenmeye başlayan bir politika dünyasıyla birlikte Cumhurbaşkanları, (Clastres) ilkel toplumlarda bir iktidar kuklasından başka bir şey olmayan kabile şeflerine benzemektedirler.
“Hakikati gizleyen şey simülakr değildir. Çünkü hakikat, hakikat olmadığını söylemektedir. Simülakr hakikatin kendisidir.”
Kitle iletişim araçları işte bu düzeyde iş görürler. Onların ilkesi büyülemedir.
Bugün artık her şey değişmiştir. Bundan böyle anlam bunalımı yoktur. Çünkü her yerde giderek daha çok anlam üretilmektedir -yetersiz kalan artık taleptir. Sistemin asıl sorunu da bu anlam talebi üretimidir.