Cahit Zarifoğlu Sözleri
Şair hayatını da soyadı gibi zarif bir şekilde yaşamıştır. Babasının ikinci bir hanımla evlenmesi sonucu durumu kabullenememiş ve kabuğuna çekilmiştir. Babası olarak büyük abisini bellemiştir. Onun bu kaçışı bir çok şeyi hayatında tetiklemiştir. Pilot olmak istemiş tam ulaşacağı sırada sağlık kontrollerinde yetersiz kalmıştır. İlk kitabı İşaret Çocukları bıraktığı yerde ısınma sebebi ile yakılmıştır. Yıkılmıştır ve hep kırılmıştır. Sürekli sessiz bir hale gelmiştir ve kırgın bir insan olma yolunda kendini toplumdan çekmiştir. Bu yüzden arkadaşları arasında Aristo lakabını almıştır. Cahit Zarifoğlu kitapları ile onun dünyaya ve yaşadığı döneme bakış açısını ve eleştirilerini okuyabilirsiniz. Cahit Zarifoğlu Şiirleri güzeldir ve içinde hoş anlamlar bulundurur. Cahit Zarifoğlu yazıları ile sahip olduğunuz keskin duyuları ve sabit kuralları bir kenara bırakarak dünyaya daha güzel bir açıdan bakabilirsiniz. Cahit Zarifoğlu sözleri o kadar güzeldir ki kalbinizde sanki bir kuş havalanır. Cahit Zarifoğlu resimli sözler ve Cahit Zarifoğlu facebook kapak fotoğraflarını sitemizden bulabilirsiniz.
”…bir tabut düşün içinde ben.
içimde sen…”
Gökyüzüne bakmayanların kalbi, daha çabuk kirlenir.
Fikirle tartışın, küfürle değil.
Umudumuz, acımızdan daha büyük olmalı.
Biz, sakalları şiirle karışık, yüreği Allah’la barışık adamları sevdik.
Bize, sözlerimizden çok, yüreğimizden anlayan gerek.
Kalbinizi ve sesinizi yumuşatın.
Eğer hayvanlar aralarında konuşuyorlarsa, kim bilir neler söylüyorlar insanoğlu için.
Ne çok acı var.
Pencereden bakınca toprak ve ağaç görünmeli. Hava tertemizdir, yakınlarda sağlıklı bir dere akmaktadır. İnsan; tabiattaki insan ve eşya dengesine bakarak ve inanç içinde yastığa başını emniyetle koyar. Orada kader rahatsızlık vermez. Tabiata yakın olmakta kabusu dağıtıcı bir güç bulunuyor.
İnsanların görünüşlerine bakarak onlarda üstünlük bulmaya çalışanlar hep kaybetti.
Sanki daha yakın, en yakın olabilme imkanı için vücudumuzun alacağı hiçbir şekil, sanki alnımızı koyacağımız bir alınlık temiz bir yeryüzü kalmamış.
Burası Dünya!
Ne çok kıymetlendirdik…
Oysa bir tarla idi;
Ekip biçip gidecektik.
Düşününce gördüm ki tabanından yere mıhlanmış gibi toprağa bağlılıktan oluyor bütün bunlar. Yeryüzünü yırta yırta adım atıyoruz.
Ben çizilmiş bir yaşama atanmışım gibi
Anladım ki kalbimi kendi gövdemde taşımıyorum, tersine onu ağır ağır ürperen suları üzerinde, dışardan düşmüş, nerdeyse bir felaketten arta kalmış, bir çöp parçası gibiyim. Dizlerim o yüzden titriyor ki, ben de su olmalıyım. Her şeyin bu sudan ibaret olduğu bir alemde neden çöp olarak kalayım. Ve anladım ki çaba gösterip ıslanmak gerek. Bize içinde o çöp eriyip görünmez olan su gerek
”Karşılaşabildikse
Ağzını kullan ve lütfen sor:
– Nasılsın?
Cevap veriyorum
– Bulanık…”
İnsan gittikçe daralan dünyasında neden mutsuz. Herkes artık gereğinden fazla büyüyor da onun için mi? On yedi yaşlarındaki delikanlıların bile iki kat yaşlıların ki kadar yürekleri dolu.
Yine de biri çıksa, nasılsın dese alışkanlıkla iyiyim diyeceğim.
Ağustos böceklerinin de bir görevi var. Evet durmadan şarkılar söylüyorlar, ama azıksız kaldıkları yok. Yiyip içiyorlar ve hiç de karıncalarla çatışmıyorlar…
İnsan sevmeli;
bazen bir insanı,
yahut da bir ağacı
ya da kanadı kırık bir kuşu…
zaten sevmezse insan, insan mı olur?
Her az konuşan öz konuşmuş olmayabilir, yanılmayın. Az konuşanları bir şey sanmayın sırf az konuştuğuna bakarak. Ya! Keramet bunlarda değil sizde olmalı. Bunu anlayacak olan sizsiniz. Hele konuşan sizseniz bilirsiniz az mı konuştuğunuzu çok mu konuştuğunuzu. Bazıları vardır ki az konuşurlar ama o bile çoktur.
Evimizde her türlü müsibete ve hastalığa karşı bir tek doktor ve ilaç vardı; dua ve aspirin. Daima şifa bulduk.
Düşüncelerini bırakmadan kendini uçmak adlı bir hayatın üzerine yayarak uçuyor…
Bilesiniz
Ona döndürüleceksiniz
Demek ki dedi gerçek olmasa bile cesaret ölümü korkulacak olmaktan çıkarabiliyor…
Der misin ki bir gün;
“İnşallah çok bekletmedim seni…”
Küçük bir serçe hiç bir zaman bir fil gibi ölemez. Zaten arzuları da hayalleri de vazgeçilmez şekilde irileşip içine çöreklenmemiştir…
Gökyüzüne bakmayanların kalbi, daha çabuk kirlenir…
Merhamet capcanlı bir kuştu insan kalplerinde…
“…ah şu yalnızlık
kemik gibi
ne yana dönsen batar”
Düşünün bakalım televizyon karşısında muhallebi gibi gevşemiş bir müslümanda değil cihat etmek, acaba kalkıp bir farzı ifa edecek kuvvet ve istek kalmış mıdır?
Dört kutsal kelime duydum
Acz
Nasip
Rahmet
Ölüm
Televizyon bir şamardır. Hem de kendi hanemizde kendi elimizle sırtımıza inen büyük bir şamar.
“Yüreğimin zarif acısı . . ”
Bazılarına on parmak daktilo yazmayı öğrenin diyorum da burun kıvırıyorlar. Onlara araba sürmesini öğrenin dediğim zaman ise bir bisikletlerinin bile olmadığını ve fakirliklerini, ekmek helva parası bile bulamadıklarını düşünerek kahkahalarla gülüyorlar.
Çünkü kırıldım,
Saç uçlarıma kadar.
Oysa bir delikanlı vardı, dolmuşlarda gidip gelirken hayal kuracağına, şoförün el ve ayaklarını izleyerek ve bir iki kitap karıştırarak daha elini direksiyona sürmediği halde teorik olarak araba kullanmasını biliyordu ve zamanı gelince bir saat ders alarak ehliyet ve sonra da araba sahibi oldu. Çünkü istiyordu. Bu, anlatmak istediğimin basit, adi bir örneği.
Kişi kimi ve neyi seviyorsa, gönlünün sultanı o.
Rahmi hoca kürsüsünden bir defasında şöyle haykırıyordu: ‘Hocam çok ileri gidiyorsun, dikkat et, seni oradan oraya sürerler diyorlar bana. Söylesinler bakalım nereye sürecekler? Söyleyin nereye sürecekler? Allah’ın rahmetinin erişemeyeceği yer mi biliyorlar?’
Susuyor sessizce
Aşkla ilerliyorum.
İnsan da dahil eşyaya duyulan kelime sevgi kelimeyledir. Onunla başlar, “birden sevdim” deriz, ya da “çok seviyor” deriz, bakın kelimesiz anlayamıyoruz bu sevgiyi. Ve bu sevgi, kelimeleri hangi tertip içinde kullanırsak kullanalım, yüksekliği kelimenin yüksekliği kadardır. Ve “ sevgi öldü”, “ artık sevmiyor” dediğimizde, sevgi kelimeyle çeker gider.
Dedi ki: Sen şairsin elindeki bu taş ne ?
Dedim ki;
Şair aşka boyun eğer zulme değil.
“Bu kaçıncı gecedir kendi kendime onunla konuşuyorum.”
Bense anahtarı yalnız bende bulunan bir odaya girer gibi okurum şiirimi. Onun hatıraları bendedir.
Ve gittin,
Ve dağ çöktü.
Şiir kendisi var. Bir raslantıyla değil, tersine bir özel irade ile çıkıyor yeryüzüne. Barajdaki su, kendine bırakılmış kanallardan akar. İnsan bütününün arkasında bekleyen şiirin aktığı kanallar değil mi şair? Şairler olmasaydı, şiir üzerimizden aşar, hayatı besliyemez, seliyle öldürürdü.
Yükümüz ağır, sorumluluk duygumuz ise zayıf.
hiçbirini tanımadığım ve birbirlerini tanımayan insanların bakışlarındaki esrarı kendi inançlarım içindeki yerini ve yorumunu bulmaya çalışıyorum.
“Kim çizebilir senden başka senin yaşamını.”
Gelin bir zaman kollayalım. Kalbimizle halleşelim. Görelim nasıl çıkarlar peşinde.
Su içinde
Susuzluk hissinden ölen kimselerin
O yaz otuz iki yaş olmanın değil, daha erken bir yaşın, bir yaşamak’ı dengesindeyim.
Zira insanın ihtiyaçları ve doyumları aynı kalmıyor. Dün öğrenmek ve ibret almak için okurken, bugün yalnızlığını gidermek için, gerçekleriyle geçinemediği ve baş edemediğinden, hayali dostlar, can yoldaşları edinmek için okuyor.
Faaliyet içinde geçen gece ve gündüzlerimizin bizi bıraktığı anlarda kalbimizi eline geçiren ve henüz mahiyetini anlamadığımız melal mi?
Büyük şehir, insanı manevi ihtiyaçlardan habersiz hale getiriyor.
Takdir-i ilahi deyip teselli bulmuşlar.elbet demişler gerekse bize bir yük taşıyan,ALLAH bir tane daha kısmet eder…
Bazı insanların hayvandan bile aşağı olması mümkün, eğer kalbinden merhametin zerresi kalmamışsa.
Vicdanen rahat olmamız yetmiyor. Başkalarının hakkımızda yanlış kanaatler edindiğini görmek üzüyor bizi.
“sen benim durup durup saplandığım…”
Bir incelik gösterin,incinmesin yüreğim.
“Yine de biri çıkıp nasılsın dese alışkanlıkla iyiyim diyeceğim. Kederli olduğum da söylenemez zaten. Buna sebep de yok çünkü. Ne taze bir ölüye sahibim, ne felaket geçirenlerim var. Dedim ya oturuyorum öylece. İyi ki kalbimi tanıyanlar yok. Ağırlıksız duran bedenimi küçümseyeceklerdi. Sonra da birbirlerine dürterek, ya da ilerideki arkadaşlarına göz işareti vererek beni gösterecekler, “kalbini yok etmişin haline bakın, hınzır pek de pratik, belli etmiyor hiç” diyeceklerdi. Ama iyi ki yoklar.”
İnsan gittikçe daralan dünyasında neden mutsuz. Herkes artık gereğinden fazla büyüyor da onun için mi?
“Çekip ağlasam mı odaya
Acaba
Acaba mıyım yoksa ben”
Filistin bir sınav kağıdı her mü’min kulun önünde de gerçeği yaz: hakikat şehitliğe koşmaktır de isyan çağır yolun açılır cennet köşelerine.
Bu dünya soğuk. Rüzgar genelde ters yönden eser. Limon ağaçları kurur. Bahaneler hep hazır. güzel günler çabuk geçer.
“İçimiz bir dolap değil ki açıp bakalım. Açıp gösterelim. Yine de anlatıyoruz ama. Bizi fark edince eşyaların arasına gizlenmeye çalışan bir böceğe benziyor anlattıklarım. Eşyayı kaldırınca kımıldamadan durduklarını görürsünüz. Söylediklerim bir defterin yaprakları arasına kıvrılmıştır. Sayfaları açtıkça onları göreceğimi sanıyorum ama anlıyorum ki asıl söylediğim şeylerdir altına gizlendiğim. Fark edilmesinden korktuklarımı kapadığım eşyalar oluyor anlattıklarım.”
O sabah ezan sesi gelmedi camimizden. Korktum bütün insanlar, bütün insanlık adına.
Bir yerlerde tek başına kalpler kendi binasını kurtarmaya çabalıyor.
Nereye kadar kendinden kendinden kaçabilirsin? Ya bir daha geriye dönemezsem.
Daha da vahimi, insanlarda gittikçe daha da belirginleşen kişiliksizlik. Sürüleşmek.
Buluşturularak atılmış bir kağıt parçası gibiyim. İçimde kalkıp gidenlerden doğan boşlukların ağırlığı. Ve sevmek, Ve korkmak; ve nasıl, uzaydaymışım gibi yalnızım
Hayat bir boş rüyaymış
Geçen ibadetler özürlü
Eski günahlar dipdiri
Seçkin bir kimse değilim
İsmimin baş harflerinde kimliğim
Bağışlanmamı dilerim
Şimdi yoksun üstelik uzaktasın ellerin yapayalnız biliyorum gözlerin dalıyor yine hep benim için olmalı.
“OKU” emri, anlamını bilmeden okumak olmamalıydı. Anlamı kavramadan okunacak bir şey hayata uygulanamaz, yaşanamazdı..
Ve önemli olan ‘an’ dır. Onu; ibadet, sabır, anlayış, tevazu ve merhamet ile anlamlı hale getirmek mutluluğun ta kendisidir.
Şimdi bilebilir misin
Çocukluk nedir
Ninni nedir
Uyku nedir
Hele oyun
Oyun nedir
Sorarım size
Kalbinizi yumuşatın, ama iradeniz sert olsun. Kelimelerinizi yumuşatın ama nüfuzunuz kuvvetli ve derin olsun.
“Kalple ilgili bir sırrımız var, olmalı. Bakılmadığı için karartılan, yumuşatılıp ılıklaştırılan, romantikleştirilen ve ya beşerileştirilen yalazlara kanmayan, onlara başını çevirip bakmayan bir yol takipçisi bulunmalı. Aksi takdirde ebediyen yitmiş olacak. O damar, o öz, şurda bir yerlerde ve gözüm, bana şahdamarından yakın bir hissin yolcusunda.”
Ayrılıkla başım belada, gözlerini çevir gözlerime, yoksa ben sensiz bu sessizlikle.Deli gibiyim sensiz bu sensizlikle.
Sarmışlar sımsıkı beni
Hep adanmışım gibi
Yerine gelecek ne bana göre
Kurbana göre mi bu adak
Başıboş bir kamaya saplanmışım gibi
Çizilmiş bir yaşama atanmışım gibi
Kaskatı bir esirliğe çöktürülmüşüm gibi
Yüreğim bögürmek üzere gibi
Ayaklarım baltayla kesilmiş gibi
Müslümanın bir tek saniye boş zaman geçirmeye hakkı bulunmadığı bir zamanda kendinize nasıl bir değer biçiyor, maddi ve manevi gücünüzle nasıl bir hedefe bakıyorsunuz?
Yani kısacası diploma değil, diplomalar almakta acze düşmeye bu dersten şu dersten takıntılı olmaya minicik hedeflerin önünde bocalayıp durmaya utanmıyor musunuz?