Ece Temelkuran Sözleri
İzmir doğumlu 1973 yılında dünyaya gelmiştir. İlk yazdığı yazılar Patika dergisinde yerini almıştır. Daha sonrasında Cumhuriyet de gazeteciliğe başladı. Ece Temelkuran Kitapları önceleri araştırma kitapları ile başladı. Daha sonrasında ise Ece Temelkuran şiirleri dikkat çekti. Aynı Ece Temelkuran köşe yazıları da yazarak da belli bir kitleyi çevresinde topladı. Ece Temelkuran Sözleri güzel ve farkındalık oluşturan sözler arasında yer almaktadır. Kitaplarında zengin konu incelemeleri olan ve okunması gereken yazarlar arasında yer almaktadır. Ece Temelkuran aşk sözleri ve Ece Temelkuran kitap sözleri dikkatinizi çekebilecek kalitedir. Aynı zamanda sitemizde bulunan Ece Temelkuran resimli yazılar ve Ece Temelkuran facebook kapak fotoğraflarını paylaşarak da bu güzel sözleri başkasınında görmesini ve farklı düşünmesini sağlayabilirsiniz.
“İnsan kaybolmak ister.
Bakma sen söylediklerine, insan kendini feda etmek ister.
Bir acıda, bir sevinçte, bir kavgada, bir hikâyede erimek ister.
Başka türlü katlanamaz aslında kendine.”
Kandan başka hiçbir şeyle yapışmaz mı nesiller birbirine? İnsanlar, verdikleri kurbanlarından başka hiçbir şey için bir araya gelemezler mi?
“Ekmeklerini unutanlar tanrılarınıda unutur mu bir parça? Ekmeğin tanrının kırıntısı olduğu göz önüne alınırsa…
Fakat sonuna kadar kırsan da zebanileri, giden bir melek geri gelir mi?”
Biz vurmayı dokunmak, kırmayı sevmek, öfkelenmeyi inanmak sanan çocuklardık. Ne kadar sevilsek tamir olmayız.
”Herkes kendi günahını unutur; ama kimse alacağı intikamı unutmaz.”
“Anlıyorum artık konuşmayanları, öylece durup cevap vermeyenleri. Vazgeçmişleri ve taşra kasabalarında hiç konuşmadan kitapların ve oyuncakların arkasında iki büklüm oturan eski solcu kırtasiyecileri…”
“Anne opportunist ne demek?”
“Nerden duydun sen onu?”
“Ne demek o?”
“Hmmm!… sırf kendini düşünen, kendi çıkarını düşünen demek. Şöyle diyelim. .. Diyelim ki sizin yan sınıftaki öğretmen çocukları dovüyormuş ya, sen eğer ‘Oh bize vurmuyor’ dersen oportunist olursun. ”
Hep böyle olmaz mı? Erkekleri salonda bırakıp mutfağa gitmez miyiz? Vatanımıza, doğal ortamımıza dönmenin huzuru. Neden bir de mutfakta sorulur hal hatır? ”Nasılsın?” daha kısık ve doğrudan bir sesle, gerçeği duymak ister gibi, salondaki yalanları değil.
Kendi dilimizi konuşmanın sevinci bu. Hiçbir erkek bilemeyecek bunu; yüzümüz gerçek biçimini alır fayansların önünde.
Nasılsın Alara? Bir dilimiz var bizim. Birbirimizin cümlelerini destekleyerek sürdürüyoruz konuşmayı. Ne tartışmak, ne dürüstlük… Yorgunuz çünkü.. sen benim sözlerimi alırsın kucağına, ben seninkilere başımı yaslarım. Onların yanına dönmeden önce yaralarımızı Merhemliyoruz aslında, anlasana. Aslında alara, salona dönüp bütün sözcükleri yeni baştan anlatmalıyız onlara, kendi sözcüklerimizin kendi dilini, o sözcüklerle kurduğumuz yarım ve karmaşık cümleleri söylemeliyiz onlara. Ama müthiş bir bitkinlik hep, dehşetli bir iç sıkıntısı…
Alara, üzerimizde, onların dillerinde karşılığı olmayan suçlar işleniyor. Tam gerektiği anda dönüp bakmamaları, havluları düzgünce tutmakla anlatmak istediğimizi anlamamalırı gibi.
Papatya konusundaki bu inatçılığımızın nedeni ne sence, Alara?
Evde olduğumuzdan emin oldukları saatte gelmelerinin de bir anlamı olmalı.
Biz yokuz Alara. Seninle ikimiz yani. Ne kadar ”ben” diye başlasa da cümlelerin, aslında anlatmak istediğin ikimiz oluyor. Çünkü biz, birer serseri ekiz. Bir yapıya eklenerek yok olmaya çalışan ekleriz biz, Alara. Anladın mı, biz yaşamak değil iki kişi ölmek istiyoruz.
anlayacaksınız ki hayat sizin nefesinizde. başka hiçbir yerde, hiçbir şeyde değil. hayatı siz kuracaksınız.. nefesinizi üfleyeceksiniz.. hayat; nefesinizin yettiği kadar
anlayacaksınız ki hayat sizin nefesinizde. başka hiçbir yerde, hiçbir şeyde değil. hayatı siz kuracaksınız.. nefesinizi üfleyeceksiniz.. hayat; nefesinizin yettiği kadar
‘Devlet olamayan halkların hepsi için böyledir bu.Tiyatro dili kimliği korur.Devlet olmuş halklar bunu anlayamaz. Felsefi bir kategori olarak tiyatro, kendi zamanının kahramanını yaratır.İnsanlar onun etrafında birleşirler. O, kahraman katarsisi yaratarak halkı için o döneme ait soruların cevaplarını bulur. ‘
“…Genç öfkelerin, heyecanların ve soruların yerinden kıpırdatamadığı durgunluğunu o insanların, kadınların en çok, adamların da elbette. Küsmeyi anlıyorum, bak bu pek fena. Barışmış gibi yapmak ne çekilmez bir angarya. Heves, denizler altında yirmi bin fersah şimdi. Kim dalacak, kim çıkaracak. Vurgun meselesi de var sonra. Umut, ah o ne dırdırcı kelime. Anlıyorum artık..”
Biz vurmayı dokunmak, kırmayı sevmek, öfkelenmeyi inanmak sanan çocuklardık. Ne kadar sevilsek tamir olmayız.
Çünkü burada insanlar bir yanlışlık gibi ölüveriyor. Sen bir yanlışlık olamayacak kadar güzelsin.
“Işığın bir sesi olmalı. Yoksa sivrisinekleri karanlıkta daha iyi duyuyor olmazdık. Işığın bir kütlesi olmalı. Yoksa karanlıkta daha iyi sevişiliyor olmazdı.”
Kendinizi bu kadar ciddiye almayın. Ne siz, ne prensipleriniz ve hatta hepimizden sakladığınız sırrınız bile o kadar önemli değil. Bu kadar önemli olduğunuzu sanırsanız, gün gelir intihar edersiniz.
“Çünkü bir erkek, bir kadının nefesi kadar…”
BİZ ÖLÜNCE – SİZ SUSUYORSUNUZ YA, BİZ ONDAN SONRA ÖLÜYORUZ İŞTE-ÖLÜNCE BİZ KARŞISINDA DURUP SUSACAĞINIZ KİMSE OLMAYACAK. SİLAHLARINIZLA YALNIZ BAŞINA KALACAKSINIZ.
HOŞÇA KALIN
insanlık son yüzyılda en az tanrı kadar iyi bir masal daha üretti: neo liberalizmin yeryüzünün yapabileceği en iyi şey olduğuna dair bir masal bu. başka hangi yüzyılda krallar daha az kişinin daha çok yiyeceği, daha çok kişinin aç kalarak öleceğini ve herkes için en iyisinin bu olduğunu söylese bu kadar geniş bir tebayı inandırabilirdi kendine? hangi kral gökyüzünün ve yer yüzünün tüm renkleri yok olana kadar somuracağız maviyi ve yeşili. doğanın kusmuklarından ciklet ve deodorant yapacağız dese hangi çılgın teba sevinçle koşardı cikletlerle deodorantları almaya? asyalı çocukları tuvalete bile gitmelerini yasaklayarak çalıştıracağız ve onların küçük elleri ile yaptıkları plastik oyuncakları hazır yemek zincirlerinde dünyanın dört bir yerinde hediye olarak, zehirli çocuk menüleriyle birlikte başka çocuklara vereceğiz. böylece doğudaki ve batıdaki çocukların aynı anda canına okuyacağız dese krallar, hangi cahil orta çağ insanı inanırdı buna?
Yeni çağın yeni kıtası, “iç”tir.
Kıpırtısız seyahatlerin vakti gelmiştir. Pek yakında insan, kendi “iç”ine gidecektir.
“Diyorum ki, bir gün sen de devrimci ve dans eden bir kadınla bayağılaşmadan konuşabilirsen, işte sizin devrim de ancak o zaman tamamlanır.”
“Buna gülmek denmez Samim, asap bozukluğu denir. Efendim, memlekette mizah ne kadar gelişmiş! Memleketin Asabi bozuk, olan bu! Halkımız sinirden gülüyor! ”
“Gırgır’da da yazmışlar bu hafta: Japonlar Çorum katliamindan çok rahatsız diye.”
“Bizim rezilliklerimiz adamlara harakiri yaptıracak olsa gezegende japon kalmaz Samim.!”
Size bahşedilen yeteneği taşıyabilmeniz için inanmanız lazım
Hayatla ilgili şöyle olsaydı nasıl olurdu, diye hesap yapılmaz. Başka çaresi yoktu, diye düşünmek zorundayız.
“…Çünkü yeteneğiniz yüzünden size ihtimam göstermek, sizi korumak yerine yerle bir etmek isteyecekler. Sizi kıymetsiz olduğunuza inandırmaya çalışacaklar. Buna inanmamak için sizi bir şeyin, birinin çok sevdiğine inanmanız lazım. Bu yüzden bir tanrıçaya, bir tanrıya inanmalısınız. İnsan kendini durup dururken sevemez. Palavra o işler. İnsan kendini ancak bir tanrı onu severse, birinin onu sevdiğine inanırsa sevebilir.İnanmalısınız yoksa delirirsiniz.”
Bir halkın televizyonlar ve gazeteler tarafından nasıl düpedüz aldatıldığını, özel sermayenin elindeki medyanın bir halkın kaderini o halkın aleyhine değiştirmek için neler yapabileceğini, ne kadar ileri gidebileceğini göreceğiz
Ölümü böyle iç cebinde sevgilinin resmi gibi taşıyan memleketler cenazeleri niye hep hazırlıksız karşılarlar? Bu iğrenç desenli, pis battaniyeler
Nelere nelere rağmen kendini çer çöpten bir saray olarak inşa etmiş bir kadının bahçesini, bir çöl erguvanını tarumar etmenin bir bedeli olmalı.
”İnsan hiç tatmamışsa, keder için de dua eder. Kendinden bile gizler ama her insan bir kere mahvolmak ister…”
“Önceleri her şarkıda bir ad koyarsın yaşamaya. Gün geçtikçe, şarkı sözlerini bile duymaz insan. Biriyle karşılaşırsın, geyikleri anlatır sana, destanları. Aşık geyiklerin boynuzlarından kilitlenip öldüklerini duyarsın. İnsan olmak, o kadar da önemli gelmez artık. Mazurka yapmayı bilmez kimse bu yüzyılda. O yüzden, tek başına kalırsın. Ama yine de tek başına olduğuna inanamazsın bir türlü. Hep ararız yani, hep sanarız.”
“Zenginlerin böyle tuhaf bir yanı vardır Filipina. Yoksulluğun üzerini üniformalarla örterler…”
“Tuhaf değil mi? Hepimizin kalbini kırıyorlar. Ne kıymetli kalplerimiz var oysa. Tek beslendiği bu cefakâr şeyin, incelikler, onları esirgiyorlar. Bütün bedenle yıllardır hiç durmadan başa çıkabilen, binlerce meseleyle başa çıkarken hep devam eden o gayretli kasımıza, inceliksiz sözleriyle dokunuyorlar. Durmuyor o kalp o zaman, çıt edip soluyor. Bir kalbin solmasından daha kötü ne olabilir ki? ”
“…Sanırım birinin kendilerin kölelik etmesi fikri rahatsız ediyor onları. O yüzden bir insandan başka bir şeye benzetmeye çalışıyorlar hizmetkârları. Üniformalar bu işe yarar, sakın unutma bunu ve asla bir üniforma giyme.”
Ali, Caykovski diye bir adam var. Büyüyünce öğrenirsin sen onu. Kuğu gölü diye bir bestesi var onun. Turgay Abin bilirdi onu. Turgay abin gitar da çalardı, biliyor musun. Çok akıllıydı. Hepimizden daha akıllı. Ama işte ömrü, milyon yıllık insanlık tarihinde anasını sattığım iç savaşına denk geldi.
“Oysa ben hikayesini ilk kez anlatırken dikkate alınmayan insanların aniden ölebileceğinden korkarım.”
Etimden et koparıyorum seni gönderirken. Yalnız seni değil, bu savaşın ortasında sığındığım tüm hatıraları da gönderiyorum denizlerin ötesine. Çünkü burada insanlar bir yanlışlık gibi ölüveriyor. Sen bir yanlışlık olamayacak kadar güzelsin.
“Çünkü burada insanlar bir yanlışlık gibi ölüveriyor. Sen bir yanlışlık olamayacak kadar güzelsin.
Gülmesinler! Öyle gülmesinler!
Çünkü onlar başka türlü gülüyor. Biz başka türlü. Babam su içiyor gibi gülüyor mesela. Annem içinden kuşlar çıkıyor gibi gülüyor. Anneannem bir tepsi börek gibi gülüyor. Samim Abi atlar koşuyor gibi gülüyor. Ayla abla, Heidi gibi gülüyor, Heidi’nin dağdan aşağıya koştuğu zamanki gibi. Ama Jale’anim teyze sanki sıra dayağı olurken öğretmen bir tek ona vurmamiş gibi gülüyor.
Gülmesinler! Öyle gülmesinler!
“Aşk, kadınlar yorulunca biter. Kadınlar bir adamı değil, bir mezarlığı terk eder.”
“İnsan çok yalnızken, bir tane daha kendinden doğuruyordu içinde, “korkma” desin diye…”
“Biz vurmayı dokunmak, kırmayı sevmek, öfkelenmeyi inanmak sanan çocuklardık. Ne kadar sevilsek, tamir olmayız.”
Karanfili sevmem. Çiçeklerden sanırım bir tek karanfili sevmem. Hele kırmızısı… Kürtçe, Ermenice, Türkçe ölüm demektir karanfil. Tabutun ardından atılan çiçek. Tabutların ardından yerlerde parçalanmış kırmızı yapraklar. Omuzları düşürüp eve dönmektir karanfil. Karanfil, bulunamayan, hiç aranmayan katillerdir. Hesabı sorulmamış genç ölümlerdir. Ağlamaklı, öfkeli, bağıran kalabalıklara birilerinin dağıttığı çiçektir, elinde öylece durursun bütün hayat tostoparlak olmuş kursağında. Karanfil yutkunmanın çiçeğidir. Sonra yeniden başka bir tabutun ardında “Hesap soracağız” diye bağırmanın çiçeği, “Susma! Sustukça sıra sana gelecek” demenin solmasına hiç izin verilmeyen çiçeği…
“İnsan, o da eli iyi gelmişse,hayatta kendini bir kere bütünüyle görür. Ömrün gerisi ya o sahneye yeniden kavuşmak için geçer ya da ondan kaçmakla.”
Hava bir tuhaf
Hayal kurmaya yönelik bir tutum var havada
Kaçmaya müsait bir bulutluluk
Bir balkon olsa şimdi
Kimsenin seni tanımadığı bir şehirde
Kahvenin içine konyak kendiliğinden düşse
Kocaman bir hırkanın içinde olsan
Bir şeyi terk etmiş olsan
Mesela bir şehri
Mesela kendini,yüzünü filan mesela
“Bir insan bir insanda başka bir hayatın kapısını görünce aşık olur…”
Çok sigara içiyor bırakamadı bir türlü.Ölümle ilgili hiçbir şeyi ciddiye almadığı için diyorlar, ama değil. Aslında sadece ellerini nereye koyacağını bilmiyor.Ellerini bıraksa, dinlense biraz, dursa yani, düşer. O yüzden hareket ediyor. Durmadan dizlerini sallıyor otururken, yürüse karmakarışık saçlarıyla oynuyor, parmaklarına doluyor durmadan, karıştırıyor.Çünkü çözülse, kopar.Çok tanıyanı var, ama kimsesi yok, bakma. Fena halde öksüz o. Belki çok iyi biri olabilirdi başka bir yerde olsaydı, başka bir zamanda. Öyle bir hayali vardı sanki herkesin.Ama böyle oldu.Sanki herkes biraz o ihtimali seviyor. Bir gün durulacağı ihtimalini, bunun onu öldüreceğini bile bile.. Herkes onda kendi yaşadığını seviyor. Sor, herkes söyleyecektir. Hayatlarının en önemli dönemecini onunla aldıklarını anlatırlar. Çünkü herkesten ve her şeyden koparır seni. Kendinle bırakır. Ne istediğini bir tek o zaman bilirsin, sana kendini itiraf ettirir.
Aramızda bir yerde oturuyor. Bizimle yaşıyor gibi ama.. Sorsan kimse gösteremez yerini. Efkarlı bir yerimiz var. Ne zaman ansak onun adını, ne zaman “beyrut” desek, oramız sızlıyor. Şimdi dön başa yeniden oku onu. Çünkü o biri bile değil ama aramızda en çok o yaşıyor.
“…Ne mutluluktur öte yandaki, ne de tadıyla meraklandıran bir acı. aşk diye buna denir: Bir insan bir insanda tekinsiz bir ev görür. İnsan yarası, yarasına denk geleni seviyor demek ki.”
Türkiye’nin dört bir yanından ışıklar görünür.Van’da sarı tütünlü filtresiz sigarasını yakar biri, İran’ın ışıklarına karşı. Urfa’da biri, Suriye ışıklarına bakarak paketler karşıya geçireceği bayram hediyelerini. Hakkari’de bir çocuk yüksek bir tepeye çıksa koşarak, ‘Welcome To Kurdistan’ yazısını görebilir ve İzmir’de bir kadın rakı kadehi elinde efkar gönderir ‘denize dökülüp’ karşı kıyıya geçenlere, geçemeyip ruhları Ege Denizi’nde yüzenlere…Ama hepsi, ertesi gün kendisine bu kadar yakın o memleketlerle ilgili öfkeli ve uzak manşetler okur gazetelerde.Çünkü üç tarafı denizle, beş tarafı kederle çevrilidir bu toprağın. Belki gidenler kalanlardan kalabalıktır; muhakkak ölenler yaşayanlardan…Çünkü en yakınımızdakileri uzaklara itmek üzerinedir yan yana yaşama geleneğimiz. Biz her gece ışıklarını gördüklerimize bir kere bile bakmamaya alışmışız. En yakınımızdakilerdir bizim en uzak komşularımız…”
Kaç kez ölmeyi düşleyebilir insan anne, ölmeden?
Ne bu eski , sarı kazak oluyor üzerime , ne de bu siyah pantolon..Büsbütün başkasının hikayesini giyinmişim üzerime.Ben de artık rüzgarla alabora olan çakıl taşlarından biriyim .Şimdi bir hikaye anlatabilirim.
Toza dönebilirim
“Rakı içilmeyecekse kavunla peynir niye var?”
“Yazık ki o nadir rastlanan erkeklerin de hep peşinden gidecek bir şeyleri vardır. Bir savaş,bir Tanrı,bir hikaye.Muhakkak onları sürükleyip götüren bir şey. Ve biz onları bekleyecek değiliz.”
“İnanacaksın, dediklerinde, hücrelerimin endoplazmik retikulumuna kadar inandım…”
Hey Allahım! Gülesim geliyor. Öldürülence Cihan’in en suratı asik resmini koymuslardi afise. Görse ne kızardı!” Ulan Allahsizlar nerden buldunuz bu fotoğrafı! ” diye.
“Neşeli adammis hep anlatıyorlar. ”
“Hem nasıl! ‘Cihanlar ölmez!’ diye cenazesinde bagirdiklari zaman… kızardı o ise de. ‘Ne olmemesi be! Gebertti alcaklar beni! Diktik nallari! ‘ derdi.
Babam güldü ama gomleginin içine doğru güldü. Büyükler acıklı guldukleri zaman böyle yapar. Dedektif amca da onun omzuna elini vurdu iki kez. Babamın neşeli arkadaşları hep çoktan ölmüş olur.
“Süryani bir yalnızlık oluyorsun önce, sonra ermeni bir güzellik ve kürdî bir ayrılık”
Hakikatte kadınlar bu âlem içinde başka bir âlemde yaşarlar. İçine aşklarını ve büyülerini üfledikleri bir âlemdir bu. Erkekler biteviye o âlemi hırpalar yıkar. Kadınlar ise yeniden üfleyerek nefesleriyle kurarlar o âlemi. Kadınlar erkekleri de üfleyerek var ederler. Bir erkek, bir kadının nefesi kadardır, başka hiçbir şey değildir.
“Göçe yetişememiş bir kuş kadar üşüyor sağ elim…”
Kadınların bu kudretli büyüsü korkutur erkekleri. Kadınların büyücülugu dedikleri bu. Erkekler, kadınların kendileri orada olmasa da var olabileceğini, o büyüyle var olabileceğini anlayınca… O zaman işte adınız büyücüye çıkar. Öğreneceksiniz. Kendiniz de o büyüden korkmamayi, hayatın o büyüden ibaret olduğunu öğreneceksiniz.
“Bugün kimse sana dokunmasa mesela. Öyle dursan. Kimse “Neyin var?” diye sormasa. Çünkü insanın hiçbir şeyinin olmadığı günler de olur. Hiçbir şey günleri…”
“Hep sıkıldım sevelim, sevilelim teranesinden. Sanki o kadar kolaymış gibi, o kadar pürüzsüz, o kadar şipşak oluveren bir şeymiş gibi sevmek. Öyle değil işte. Birini içine almak, ona orada yer açmak, gövdeyi, hayatı düpedüz yeniden düzenleyen, kesip biçen bir şey. Hadi bunu becerdin diyelim. Ya o gidince… Onun için onca zahmetle açtığın yerdeki boşluğa kim ne yapacak?”
“İnsan nasıl sevmeli ülkesini? Düğünlerde sıkılan kurşunlarla çocuklar öldüğünde mesela…”
Bir soru’n olmalı mutlaka. O soruyu sormalısın, kimsenin anlamadığı bir dille konuşan ve hep aynı cümleyi tekrar eden bir derviş gibi döne döne aynı soruyu sormalısın. Cevap başlangıçta tahmin ettiğinden ne kadar uzakta ise gerçeğe o kadar yakındır. Sarsılmamışsan, soru’nu kaybetmekten korkmuşsan, hiçbir yere gitmemişsindir aslında.